29 Mart 2019 Cuma

Üçkayalalar’dan İznik Gölü ve Gemlik Körfez manzarası


Bu kayanın arkasında dönünce kendini uçuyor sanırsın..

Doğa yürüyüşleri kapsamında dün (27 Mart 2019 Çarşamba) aynı anda hem İznik Gölü hem Gemlik Körfezi’ni görebildiğiniz Üçkayalar tepelerine çıktık. 1880’li yıllarda Artvin Borçka’dan gelenlerin kurduğu Hamidiye ve Fevziye köyü civarında dağları, eski yaylaları yürüdük. Köylerin çoğunda ilkokul kalmadığını görmüştüm, ancak ilk kez hiç çocuk bulunmayan, tamamen yaşlı ve emeklilerin yaşadığı bir köyün varlığına tanık oldum.
Afişteki "umut" yazısı ile koyün terk edilmiş hali.. 

Koza Dağcılık’ta bizim kılavuzumuz, yol göstericimiz Harun hoca (Harun Bayram) ve gruptan 5 kişi, “rota keşfi” için Bursa-Yalova yolunda Engürücük civarındaki Güleryüz Cobra otobüs fabrikasının ilerisindeki yol ayrımından Katırlı köyüne, ardından Hamidiye’ye vardık. Aracımızı burada bıraktıktan sonra, önce traktör yolu, ardından patika yolları izleyerek dik yamaçlara doğru tırmanmaya başladık.
Hamidiye köyünden yukarı çıkarken, hemen ormana girmiyorsunuz. Önce bir zamanlar ekilip dikilen yerler olduğu
Hamidiye'de büyükşehir'in yaptırdığı çeşme...
anlaşılan terk edilmiş tarla ve bahçeler, ardından meralar; yukarıya çıktıkça da yaylaları yürüyorsunuz.
Örneğin “Belengür Yayla” bir zamanlar bölgenin önemli yaylalarından, hayvan sürülerini otlatma alanlarından birisiymiş. Hamidiye köyüne aitmiş. Tabi şimdi sadece adı yayla!
Birkaç çeşme ve erik ağacı ile ufak tefek taş duvarlar dışında buranı bir zamanlar yayla olduğunu, oba kurulduğunu gösterecek kanıtlar da kalmamış sayılır.

Orman içinde yürürken, ara sıra ilginç patikalara rastlıyorsunuz… Bunlar traktör yolu değil. Muhtemelen taşımacılıkta at, eşek vs. kullanılan dönemlere ait yollar. Ortalık gazel ve şife karışsa da meyil farklılıkları eski patikaları ele veriyor.

BURSA’NIN ÜZERİNDE KİRLİ SARI BULUTLAR…

Belengür Yaylası’ndan, aşağıdaki Şükriye, Fındıcak, Ericek köyleri görünüyor. Biraz ötesinde, tepelerde bembeyaz karla kaplı Uludağ manzarası.
Arkada karlı tepeler Uludağ zirvesi...

Uludağ ile önümüzdeki tepelerin arasındaki kirli gri-sarı bir bulut…
Egzoz ve bacaların çıkardığı bu “bulut” Kestel’den Görükle’ye kadar uzanıyor… Bursa, işte bu kirli bulutların altında, görüyorsunuz!
Aşağılarda kar yok. Toprak ve çayır kıştan uyanıyor. Üzerinden koca bir kış geçen çayırlarda geçen senenin otları kuruyup, yere uzanmış. Biraz aşağılarda kuru otlar tırpanla biçilebilecek boyutlarda.
Bölgede yürürken, bir anda samanlıkta geziyor hissine hissiye kapıldım.
Bu kadar güzel, ama kuruyup üzerinden kış geçmiş otların üzerinde yürümek…
Ayağınız taşa toprağa değmiyor, konforlusunuz da…
Ama binlerce hayvanın karnını doyuracak bu güzelim otların böylesine heder edilmesine kayıtsız kalamıyorsunuz.
Belengür Yayla’nın ortasındaki çeşmenin yapılış tarihi: 2013…
Çeşme, yaylacılık çoktan bittikten sonra yapılmış.
Galiba, yöre insanı buraya “nostalji” amaçlı çıkıyor, piknik yapıyor.
Belengür yaylası... 

Yol boyunca irili ufaklı hayli şelale gördük. Bunlardan birisi, galiba gördüğüm en renkli şelaleydi… Suyu fazla coşkun değil, ancak yeşilin her tonunu görebileceğiniz bir görselliğe sahip. Hepimiz o güzelliği kalıcı kılmak için yanında fotoğraf çekindik.

ÇOR GÖLÜ SUYLA DOLU

Bir traktör yolundan inerek çevresini dolaştığımız “Çor Gölü” bir tür doğal “sulama göleti” gibi duruyor. Büyük kamış ve bataklık otlarıyla kaplı.
Biz mi çok şanslıydık, yoksa köydekiler uzun süredir bu göle çıkmıyorlar mı anlamdım.
Aslında bu Çor Gölü, DSİ tarafından bir ara rehabilite edilmek istenmiş. Önüne dolgu yapılarak su miktarı artırılmak ve buradaki suyla Adliye, Güvenli ve Karsak  civarında bin 600 dönüm civarında arazinin borulu sulama sistemi ile sulanması falan planlanmıştı.  Ancak bunlar sadece lafta kalmış. Sadece gölün biraz yukarısındaki kayalıkta sanki mermer ocağı işletilme girişimi olmuş da, istedikleri kalitede mermer bulamamışlar gibi bir izlenim edindim. Zira dev elmaslarla kesilen kayaların çoğu “damarlı”, çatlak çıkmış ve öylece bırakılmış.
Bursa’nın dört bir yanında, canım sulama kanaları bir bir sökülen DSİ 1. Bölge Müdürlüğü, belki de tarlaların bomboş bırakıldığı yerde yeni sulama göleti yapmayı  fuzuli masraf saymış olabilir.
Çor Gölü 

Bu Çor Gölü’ye yakın yerlerde gördüğümüz birkaç tane, içi beton pvc boruların bir işaret gibi dikildiğini gördük, ama ne olduğunu anlamadık.
Biraz yukarılara çıktıkça bembeyaz çiçek açmış erik ağaçları dikkat çekici. Köylüler buralara “Kadılık mevkii” diyorlar. Hani “Kadıyayla” gibi buranın da kadılar (eski hakim) ile bir bağlantısı olmalı ama, bilgi edinemedim..
Eriklerin yanı sıra, adını bilmediğim bazı yaban meyveleri de çiçek açmış.
Burada hayli yaban meyvesi olduğunu birazdan, Üç Kayalar’da rastladığımız bir ayı bokundan da anlamak mümkündü! Sindirilemeyen sert kabuklar öylece dışkıyla boşalmıştı.
Bu bir işaret galiba. Ama ne olduğunu anlamadım.

Yukarılara çıkarken, karın üzerinde taze bir ayı izi gördük.  Ama ayıyı göremedik.

ÜÇKAYALAR: UÇMA HİSSİ VERİYOR!

Karlı kayın ormanı”nda yürüyerek bölgenin en yüksek tepeleri olan Üçkayalar’a çıktık.
Sahiden birbirine çok uzak olmayan üç tepe ve üçünün de üzerinde kayalar…
Hani Gürle köyünün tepesinde, kocaman bir bayrak direği ve ay yıldızlı bayrağımız sallanan “Gürle Kaya” nın üstündeki tepeler…
Rakım 1250 metre.
Favori otlarımdan balıkotu...

Yürüyüşün en heyecanlı anı Üçkayalar’ın zirvesi oldu.
Ağaçların arasından yürürken adımınızı attığınız son yerde, kendinizi bir anda gökyüzünde gibi hissedebilirsiniz! Herşey ayağınızın altında…
Sanki birazdan planör havalanacak Orhangazi ovasını üzerinde…
Kuş gibisiniz…
Hemen aşağınızda Gürle, Karsak… Orhangazi..
Sol tarafta Gemlik Körfezi
Sağ tarafta İznik Gölü
Fotoğrafı cep telefonu ile çekiyorum. Aynı anda hem İznik Gölü, hem Gemlik Körfezi’nden Marmara’nın sularını görüyorum.
Ama fotoğrafı aynı kareye sığdıramıyorum.
Şansızlık, hava da kapalı. Üzerimizde sis var.
Gemlik ile Orhangazi arasındaki alanın dörtte birisi güneşle aydınlanıyor, net.
Sağdaki göl İznik Gölü. Hemen önünüz Gürle..

Ancak geri kalanı bulut altında, flu.
Karsak, Gemiş, Gürle net görünüyor.

VERİMLİ OVA ‘TARIM DIŞI’…

Asilçelik, Componenta (eski DÖKTAŞ), Cargill fabrikaları. Karşıda mermer ocakları, Orhangazi KSS…
Ovanın bir bölümü zeytin ağacı. Ancak aşağıdaki toprakların ne kadar verimli olduğunu düşününce ovada çorak, beton, moloz renkleriyle görülen “tarım dışı” alanların genişliği gözünüze batıyor.  
Solda Gemlik Körfezi

Elbette sanayi, eyvallah. Örneğin, her ne kadar özelleştirildikten sonra ne yaptıklarını pek anlamasam da Asil Çelik, memleketin yegane “vasıflı çelik” üreticisi, pek çok stratejik ürün üreten değerli bir tesis. Keza yabancılara satılan Döktaş motor bloğu üretiminde dünya çapında bir değer.  Amerikalıların Cargill’i de kendi alanında dünya lideri…
İyi de kardeşim, bunların o verimli ovaya kurulması zorunlu muydu? Birkaç kilometre arkada kaya gibi sert zeminlerde kurulamaz mıydı?
Hem deprem korkusu olmazdı. Hem de o güzelim ovalarda bereket fışkırır, kuru soğana mahkûm olmazdık!
iplik gibi akan sularıyla şelaleyi andıran güzellik...

Orhangazi’nin yerleşimi görece daha iyi. Tepenin yamacında, ovaya fazla girmemiş gibi.
Ama Gemlik’te ova beton yığını olmuş.   
Deprem korkusunu ranta çevirmeyi amaçlayan, “Gemlik taşınacak” haberleri, projeler ne oldu merak ediyorum.
Ama bu ovaları kurtarmadıkça, üretime sokmadıkça ne depremden korunabiliriz, ne de soframıza koyacak şey bulabiliriz diye geçiyor içimden.
Yukarıdaki “Üçkayalar”ın üçüne de çıktıktan sonra doğu yönünde inişe geçiyoruz. Hava yağışlı değil, ama oldukça soğuk. Bunu, rüzgârın etkili olmadığı bir kuytu yerdeki öyle molasından sonra anlıyoruz. Üşümemek için, biraz önce çantamıza koyduğumuz giyecekleri çıkarıp yeniden giyiyoruz.
Bu ağaç ağaçkakanların eğitim alanı galiba!

Yükseklerdeki karlı kayın ormanlarını geride bırakınca adını bile bilmediğimiz ama bir zamanlar yayla, mera olarak kullanılan yerlere rastlıyoruz.
Ancak dikkat…
Şimdiki yürüdüğümüz yer yayla değil, eski ekili dikili alanlar… Bunu sınır taşlarından anlıyoruz. 
Ve tabi bahçeler…
Dağda güzel bir ceviz bahçesi görmek de varmış…
Pek çok insanın hayallerini süsleyen kocaman ceviz bahçesi işte karşımızda...
Sahipsiz gibi görünüyor… En azından senelerdir gidip gelen olmadığını anlamak zor değil.
Köye inince bu bahçeyi sordum. Sahibi varmış, ama şehirde yaşıyormuş. “Gelince arada bir uğruyor” dediler.
Fevziye köyüne doğru iniyoruz. Sadece Fevziye değil,  çevre köylerin tamamında araziler büyük ölçüde terk edilmiş gibi duruyor.

Fevziye köyüne indiğimizde ilk gördüğümüz 80 yaşlarında, elinde çekiçle evin girişinde bir şey yapmaya çalışan kişi oluyor.
Ben Bursa’da yaşıyorum. Yazları buraya geliyorum. Evin sağını solunu biraz onarmak için geldim” diyor.
Evin önünde otomobil var. Ev eski mimari, ahşap ve kerpiç. Terk edilmiş gibi görünüyor, ama arka traftaki odaları kullanıyorlarmış.
Fevziye köyü kahvesinde çay içip köylülerle sohbet ediyoruz.

‘ORASI GÂVUR KÖYÜ’

Arada soru soruyor, Fevziyelileri  dinliyorum:
“Ben 1950 doğumluyum. Yukarıda derelerde koyun yıkardık. Koyun güttüm ama daha çok sığır güttüm. 1959’lerde çocuğum, sığır güdüyordum. Kendi
Taze bir ayı izi.. 
hayvanlarımız tabi. Dağda gittik, çıktım bir kayanın üzerine. Bir baktım aşağıda, bir köy var.
O kadar yakın görünüyor ki bana, bir taş atsam çatının kiremidine düşürürüm diye düşünüyorum. Ahmet Dayı, vardı yanımızda, Allah rahmet etsi. ‘Ahmet dayı’ dedim, ‘Burada bir köy var’. ‘Orası gâvur köyü ula’ dedi.  ‘Burada gâvurlar mı oturuyor’ dedim. ‘Yok, yok…’ dedi ‘Oturanlar gâvur değil de, eskiden gâvur köyüymüş’. Rum mu Ermeni mi, onlar otururmuş. Aşağı Gürle’nin tepesine gelmişik. Yukarı Sölöz’de Ermeniler oturuyormuş.”

ÜÇ KÖYÜ BORÇKA’DAN GELENLER KURMUŞ

“Türkler buraya gediği zaman, Bizans zamanı Rumlar burada otuyorlarmış” diyor birisi.
Lehçeleri Kadenizli gibi. Soruyorum, açıklıyorlar:
Yaylalar samanlık gibi... Demek ki hayvancılık bitmiş

“Biz Karadeniz’deniz. Fevziye, Şükriye laz. Hamidiye falan Gürcü. Ama hepimiz Artvin’den gelmişiz. Aynı anda gelmişler. 1885 senesinde. 1961’de 262 biz bu köyde hane saymıştık. Buralarda adamdan geçilmiyordu. Celal Bayar’ın köyü Umurbey’de Medrese yokken bu köyde vardı. 1945’lerde. Dedelerimiz Borçka’dan gelmiş..”
“Geçim nasıl”, diyorum.

ÇOCUK OLMAYAN KÖY

“Arpa, buğday, mısır, yulaf… Ne ekersen
Terk edilen ceviz bahçesi
olur. Burada tarım var. Ama öyle gidip de dışarı satacak kadar kimse yapmıyor artık. Herkes kendi ihtiyacı kadar ekip dikiyor. Hayvancılık da öyle. Burada herkes emekli, yaşlı. Köyde okul yok. Taşımacılık da yok. Çünkü çocuk yok. Çok güzel fasulye oluyor burada. Fakat bahçeler ayı ve domuzdan zarar görüyor. Domuzlar cevizleri yiyor
‘Ya domuz nasıl daldaki cevizi yer. Başını kaldıramaz o..’ diyorum.
“Yok yok, yere düşeni affetmiyor” diyor.
“Eskiden büyüklerimiz ormanda ağaçlara aşı yaparlardı. Yaban eriği, elmaları… Yaban hayvanı onları yer dağda kalırdı. Şimdi ağaç yok, indiler bizim bahçeye” diye ekliyor.

“Çor Gölü’nde balık oluyor mu?” diyorum.
Onlar soruya, ben aldığım yanıta şaşırıyorum:
“Ne balığı, ne gölü? Orada su yoktu… Ama gitmeyeli kaç sene oldu. Eskiden o göldeki suda sülük olurdu. İnsanlar vücuttaki kirli kanı temizlemek için o  sülükleri toplardı”..
 “Belediyeden memnun musunuz” soruma ne cevap vereceklerini şaşırıyorlar:
“Belediye, yollara taş döşedi, Gemlik’e belediye minibüsü koydular. Çöp
Feyziye köyü. Genç  olan kahvehaneci. 
toplanıyor. İyi hoş da suyu artık parayla içiyoruz. Su buradan, depodan, uzaktan gelmiyor. BUSKİ müdürü bizim köylüdür, sağolsun köye yardımcı oldu falan ama Bursa merkezde su kaç liraysa, burada da aynısı... Şimdi evlere, tarla bahçeye emlak vergisi de başlarsa nereye gideceğiz bilemiyorum”

ZEYTİNCİ İSRAİL’DEN ŞİKAYETÇİ…
Fevziye’den son durağımız olan Hamidiye’ye yürüyoruz. Yol boyunca rastladığımız bir koyun sürüsünün köpekleri galiba bizden tedirgin oldu. Ama “tazı”lar hemen havayı yumuşatıyor, sağolsunlar!

“Gürcü köyü” denilen Hamidiye’de zeytincilik ana gelir kaynağı.  Ama konuştuğumuz vatandaş hayli dertli: “Giden sene 8 bin 500 lira masraf ettim, bin 500 liralık zeytin satabildim. Burası biraz yüksek kalıyor. Hava şartları değişti mi sorun var. Şimdi bu sene de öyle olursa, ne olacak? Gelecek sene tarlayı öyle bırakacağım. Zaten bahçe tarla işi bitti” diyor.
Ama ilaç konusu galiba, kangren: “Zeytine 4-5 çeşit ilaç atarız. Eskiden bir ilacın etkisi iki ay sürerdi. Şimdi ilacı atıyorsun, 3-5 gün sonra bir şey
Feyziye'nin sakinlerinden 80 yaşındaki bir amca
kalmıyor. İsrail ilaçları zeytinciliği bitiriyor. Adamlar İsrail’den haber gönderiyorlarmış. ‘Türkiye’de zeytinler hala kurumadı mı’ diye… Bu ilaçlar zeytini yıldan yıla bozuyor. Demek ki zeytinlerin kökünü kurutmakta kararlılar” diye tepki gösteriyor. Zirai ilaçların hahalı, kalitesiz ve ithal oluşuna tepki var.

TEŞVİK VAR DA İSTEK KALMADI!

Bileyi taşı... Balta, bıçak vs. içn. Antika  eşya gibi asılmış.

Mahalle” statüsünde olmalarına karşılık fiilen “köy” olmaya devam eden vatandaşlarla, belediyenin hayvancılığa karşı tutumunu konuştuk.
Dinlediklerimin özeti şu:
“Mesela köy çeşmesinde hayvan sulamak yasak. Hatta birisi sokağa hayvan çıkardı, ya da koku yapıyor diye şikayet ederse ceza yersin. Belediye mahalle içinde hayvan istemiyor. Tabi yekten, hayvancılık yapmayın, yasaklıyorum demiyor ama sonuç oraya varıyor. Sadece devlet, mahalle dışında hayvancılık tesisi kurarsan sana kredi

Hamidiye köyü
veriyor. Kredinin şartları iyi, bir kısmı da hibe, ama hayvancılık para etmiyor. Köylü ne sütten ne etten para kazanabiliyor. Bu yüzden de hayvancılığa teşvik var, ama kimsede  istek kalmadı.”
Bu tabela "Feyziye" yazıyor

BURANIN ADI NE?

Şaka gibi...
Bursa Büyükşehir Belediyesi, "mahalle"nin orta yerinde, muhtarlığın önünde kocaman levha asmış: "FEYZİYE MAHALLESİ"...
Sokak tabelalarında "FEVZİYE MAHALLESİ" yazıyor.
Doğrusu "Fevziye" mi, "Feyziye"mi?
Neyse, nüfus müdürlüğünün kayıtlarında "Fevziye" yazdığı için onu doğru kabul edip, Fevziye adını tercih ettim.

Bu da "Fevziye"...

Hamidiye köyüne ait yaylaya kimisi "Belengül", kimisi "Belengüç", kimisi "Belengür" diyor.
Halk arasında "belen", orta yükseklikte tepe, genellikle en yüksek tepelerin altında, rüzgârdan koruyan, kendi içinde korunaklı noktaları olan orta yükseklikte tepelere denir. "Erikbelen", "Belençimen" gibi adları görürüz. Anlaşılan burası gür akan çeşmeleri ile "Belengür" olabilir, diye Belengür'ü tercih ettim.

Bir de "Çol Gölü", "Çöl Gölü", "Çor Gölü" olarak herkesin farklı ifade ettiği bir yer var.
Bana "Çor Gölü" mantıklı geldi. Zira "çor", tuzlu su, hayvanlara tuz verme, tuzlama işidir. "Koyunu çorladım" dediğinde, tuzları düz taşların üzerine döktüğün ve koyunların o tuzları yaladığı anlaşılır. Hayvanlar "çorlandıktan" sonra suya koşarlar. Adı geçen yerde kayaların bulunduğu bir alan var. Muhtemelen burası hayvanlara tuz verilen yerdi. Ve hayvanlar, hemen yanındaki bu göle ve dereye su içmeye koşuyordu. Bu yüzden "Çor Gölü" adını tercih ettim.


Yürümeye, dağları, köyleri velhasıl memleketi tanımaya devam…



26 Mart 2019 Salı

Yabancı sermaye ile kalkın(ma)!



Hafta sonu belediye başkanı, belediye meclis üyeleri ve muhtar seçimi için sandığa gideceğiz. En güzel seçim, herkesin oyunu canının istediğine verdiği seçimdir.
“Milli irade” de zaten budur. “Falanca partiye veya adaya oy veren düşmandır, haindir, cehennemde yanar” gibi abuk sabuk tutumlar milli iradeyi zora sokacak davranışlardır. Ne sahiplerine ne de memlekete bir yararı olur. Vatandaşlık görevi olarak oyumuzu cesurca kullanalım, herkes de sandığa saygı göstersin.
Pazar günü hangi adaya, partiye, ittifaka verirseniz verin, memlekette hükümet ve ekonomi yönetimi değişmeyecek. Bu yüzden seçimin “memleketin bekası” neyse öyle kalacak!
Daha ileri gideyim, belediye başkanlarının değişmesi ile şehirlerde köklü değişiklikler olmayacak… Yeni başkanlar şehirleri yönetmekte bugünkünden çok daha fazla merkezi hükümete bağımlı olacak. “Tek Hazine Kurumlar Hesabı Yönetmeliği” beklendiği gibi seçimlerden sonra yürürlüğe girerse yeni bir dönem başlıyor. Artık belediyeler aylık, hatta günlük “Harcama Formu” doldurup, Hazine ve Maliye Bakanı’na bizzat onaylatmak zorunda kalacak. Yani, musluklar kaynak yetersizliği, “Kamu harcamalarında tasarruf” gerekçeleriyle iyice kısılacak gibi görünüyor.
Hükümet değişmeyeceğine göre, muhalefetin en azından büyükşehir belediyelerini kazanması ne anlama gelir? Bence hükümetin “kulağı çekilir”, “ders verilir”… Bu da hükümetin kendine çeki düzen vermesine yol açar, olumlu bir şey olur ülke için.
Ekonomi çok derin bir bunalım yaşıyor. Hükümet seçim öncesi yaygın iflaslar, kapatmalar olmasın diye şirketlerden alacağını geciktiriyor, vergiler uzuyor, işçilerin primini ödüyor falan, ama nereye kadar?
Dolar 5 lira civarında tutulmaya çalışılıyor. Hazine, TCMB hep atakta, hükümet sürekli yabancılara bir şeyler satıp dışarıdan dolar getirme derdinde, ama nereye kadar?
Hatırlayın… Krizlerimiz hep birbirine benzer. 2001 krizinde 600’den pat diye 1700’lere kadar yükselmişti. Ardından IMF anlaşmaları, Kemal Derviş reçeteleri, bankaların yabancılara satışı, derken dolar 1200’lere indi, yıllarca da oralarda kaldı. Malum ilk Ak Parti hükümetleri dışarıda dolar bolluğuna denk geldi. Dolar yağdı memlekete. Belli başlı büyük şirketler, fabrikalar yabancılara satıldı. Her iş dış borçla yapılmaya başlandı, hormonlu olarak yüzde 7’lerde büyüdük. 
Hem demokraside hem ekonomide 2002-2007 çok iyi gitti. Ancak şu “Yabancı sermaye ile kalkınma” yutturmacasının sonuçları o tarihten sonra yüzümüze şamar gibi vurulmaya başladı.
 Çünkü yabancı sermaye senin kalkınmana değil, kazandığı paraya bakar. Sömürmek ister.
Ve paralar, krediler sanayide, tarımda reformlar yapmak, verimliliği artırmak, ülke kaynaklarını değerlendirmek, bilim teknoloji geliştirmek, dünya rekabetinde öne çıkaracak işler yapmak vs. değil, binalara, AVM’lere, inşaata, araziye, kolay kazanılan borsaya, tahvile, banka sigorta işlerine, cep telefonlarına, internete, ranta, kar garantili havaalanı, hastane, otoyol, nükleer ve doğalgaz santrallarına gitti…
Şimdi yabancı sermayenin keyfi yerinde. Onlar kalkınıyor! Adamlar 20-30 yıllık gelirlerini garantiye aldı. Bursa’dan Sabiha Gökçen Havaalanı’na otomobilinle gidiyorsun, benzin, mazot dışında Osmangazi Köprüsü ve bağlantı yollarına ödediğin para 300 liranın üstünde…
Ne ballı iş ya!
Şehir Hastanesi hızla tamamlanıyor. Yazın açılacakmış. Hasta ve gelir garantisi var. Şimdi hastaneyi nasıl dolduracağız telaşı sarmış gibi. Çekirge Devlet Hastanesi’nin oraya taşınmasından söz ediliyor. Hani, buradaki hastane değişik, ihtisas hastanesi olacaktı, yani paralı, özel hastalar gidecekti… Hani devlet hastaneleri yerinde kalacaktı? Yeni stadın yanındaki inşaatın kabası bitmeden, Doğanköy’deki kocaman şehir hastanesi açılışa hazırlanıyor. Çünkü asıl para oradan çıkacak. Kimden? Vatandaştan…
Türkiye’yi zor günlerin beklediği aşikâr.
İşin püf noktası şu: “Yabansı sermaye ile kalkınma” kandırmacası sona erdi… Ülkeyi kalkındırsın diye dört elle sarıldığımız yabancı sermaye, boğazımıza ilmeği geçirdi resmen.
Ülkenin bütün tatlı para kazanılan işlerini ele geçirdiler.
Ve eroin, uyuşturucu gibi bağımlı olduk. Bugün Türkiye’nin kabaca 250 milyar dolara ihtiyacı var. Krizi aşmak, şirketleri rahatlatmak, çarkı döndürmek ve doları frenlemek için…
Bu paranın gelmesi demek, ne var ne yol her şeyin satılması ya da sözde mega projelerle, akla hayale gelmedik kar garantili işler kurulması demek!
2001 krizinde 20-30 milyar dolar büyük paraydı, hallediyordu. Ama bağımlılıklar, yükümlülükler kartopu gibi büyüdü.
Hani iktidar “beka seçimi”, “memleketin bekası” diyor ya…
Bence “Var olmak, yok olmak” anlamına gelecek bir “beka meselesi”, “memleket meselesi” varsa, o da memleketin bu kadar borca sokulmuş, bağımlı hali…
Acaba, hükümet değişirse, 20-30 yıllığına verilen kar garantileri riske girebilir diye mi düşünülüyor? Beka ile kastedilen bu mu?
Şaka değil, Türkiye’nin PPP (Public Private Partnership-Kamu Özel Ortaklığı) kapsamında toplam yükümlüğü 200 milyar doların üzerinde.  Yabacı sermaye bu para için Türkiye’de darbe dahil her yola başvurur diye düşünebiliyor insan. Hükümete sıkı sıkı sarılmak en masum seçenek…
Şapkayı öne koyma zamanı. Pazar günü seçmen ya hükümete ikaz verecek, ya da olacaklara hep beraber razı olacağız…
İyi haftalar…

25 Mart 2019 Pazartesi

Bayındır, Üreğil dağları: Sağında Körfez, solunda İznik Gölü



Doğa gezilerimizde dün (24 Mart 2019 Pazar) İznik’in Bayındır ile Orhangazi’nin Üreğil köyleri arasında, bir yamacında İznik Gölü bir yamacında İzmit Körfezi görünen dağlarda yürüdük. Tamamen terk edilmiş köylerde, bir zamanlar öküz ve kara sabanla ekilip biçilen bu yayla-mera görünümlü Samanlı Dağı’nın hakim tepelerinde dolaşmak insanda farklı duygular yaratıyor. Güneşli güzel bir günde, en yüksek 7 dereceye varan serin bir havada 18 kilometre civarında yol teperek yepyeni şeylere tanıklık ettik.

Koza Dağcılık rehberliğinde minibüslerimiz Bursa-Gemlik-Orhangazi üzerinden Boyalıca’da Karamürsel yol ayrımına girdi, Bayındır köyüne ulaştı. Bayındır, İznik-Karamürsel yolu üzerinde bir köy.
Sabah köy kahvehanesi açıktı ama çevrede pek insana rastlamadık. Nüfus 150-180 civarıydaymış. Kısa bir moladan sonra araçlardan inerek, dibi sürülmüş bir meyve bahçesinden dik yamaçları tırmanmaya başladık.
Bayındır civarı yoğun tarım yapılan yerler değil. İznik Gölü kıyısındaki arazilere benzemiyor. “Karasal iklim” varmış. Ayaz hissediliyor. Bütün köyler gibi tarla ve bahçelerin çoğu boş duruyor. Yukarılara çıktıkça arazi yapısı meraları andırıyor.
Orman yok.
Buralarda seyrek de olsa keçi ağılları var. Uzaklarda birkaç orta ölçekli hayvan ahırına benzeyen binalar gördük. Yükseklere çıkarken küçük çaplı keçi sürüleri, çobanlar ve kangal köpeklerini görmek sevindiriciydi.

SOLUNDA İZNİK KÖRFEZİ, SOLUNDA  İZNİK GÖLÜ…

Önce, bölgeyi gözünüzün önünde canlandırmaya çalışayım. Bayındır köyü İznik’te ovada veya dağın dibindeki zeytinci köylerden değil, yukarıda,  Karamürsel yolu üzerinde. Köyden itibaren tepelere çıktığınızda, bir yanda İznik Gölü,
tepelerin karkasında ise İzmit Körfezi sularını görüyorsunuz. Körfez Geçiş Köprüsü, yani şu otomobilinizden her geçişte 145 liracık alan, paralı ve pahalı Osmangazi Köprüsü gayet net görünüyor. 
Düşünün İznik Gölü tarafında, Çakırlı, Keramet, Üreğil köyleri. Yakında  Orhangazi’ye bağlı Mahmudiye köyü… Biraz uzakta Fevziçakmak, Feyziye ve Şermayeci köyleri, ilerisinde İzmit körfezinin mavi suları. Ve tabi ufuklarda İstanbul…
Yani bu bölge hem Orhangazi-İznik, hem de Orhangazi-Yalova, İznik-Karamürsel sınırlarının kesiştiği bir yer.

İnişli çıkışlı tepeler boyunca doğalgaz boru hattı dikkat çekiyor.

Bölgenin büyük bölümü orman değil. Yayla, mera, otlak havası var.

30-40 YIL ÖNCE BOŞALAN KÖYLER

Ancak bu “mera”larda dolaşırken, farklılık gözünüze takılıyor.
Öğle molası verip dinlendiğimiz, ateş yaktığımız yer dahil, buraların bir zamanlar ekili tarla, bahçe oldukları çok aşikar.
Tarlaları dikine dikine sürüp, su arkı oluşturarak, toprağın üstteki verimli kısmının yağışlarla sürüklenip tarlayı ot bitmez hale getiren traktör’den önceki dönemler geldi aklıma…

Gençlerin hiç görmediği, tanımadığı, her işimize koşan, “soframızdaki yeri kadınımızdan önce gelen”; ama artık sadece birine hakaret ederken adını andığımız “öküz”ler…
Karasaban… Kağnılar… Oraklar… Tırpanlar…
Karasaban tarlayı yatay sürer, yağan yağmur toprağa iyice işler. Karasaban, meyilli tarlalarıyla kırsal köylünün en görkemli döneminin aletiydi.
Tarlalar arasında da zamanla yatay sınırlar, bentler oluşurdu.

İşe karşımdaki tam da bu sınırlar ve buğdaydan önce, yeşilken tırpan salladığımız “sınır otları”ydı.
Ve tarlaların bazen bir köşesinde, bazen orta yerinde, hasat zamanı gölgesine oturduğun, meyvesini yediğin ağaçlar…
Yaşlanmış, ökse otları ömrünü tüketmiş de olsa işte onlar da karşımdaydı…
Yaban armudu, çördük, ahlat… Yaban elması…
Sıcak yaz günlerinde dibinde keçi, koyun çokturulan  (hayvanların gölgesinde toplaşıp yattığı) kocaman birkaç kızılpelit…
Sadece ocak taşları kalmış sayfanlar…

Yol ve bahçe kenarlarına dikilen erik ağaçları..
Tarlaların kenarındaki “koruma” meşelikler.
Betonu ve taşı kalmış çeşme ve yalaklar.
Her dereye, her sulağa ulaşan hayvan patikaları…
 Birkaç eve ait duvar taşları…
Çok geniş bir bölge. Yürüdüğümüz  bölgede en az iki-üç köy olmalıydı. 
Belki de bu dağlara, tepelere boşuna “Samanlı Dağı” denilmiyordur…  Bu dağlar bir zamanlar otu ve samanıyla anılıyor olmasın!
Aşağı, Üreğil’e inince köylülere sordum aklımdan geçenleri.

SIRADAKİ HANGİ KÖY?


Evet… Bu topraklarda “Onaç” adında Yörük Türk köyü varmış. Son 30-40 yılda tamamen terk edilmiş.  İnsanlar sağa sola göçmüş. Köylülerden birisiyle sohbet ettik. Gayet netti söyledikleri:
Onaç köyü vardı yukarıda. Hamamı falan vardı. Büyük köydü. Ama geçim zorlaşınca kimse kalmadı. Herkes gitti.  Ben 71 yaşındayım, Bayındır köyündenim. Bizim Bayındır’ın da akıbeti aynı. Köyde düne kadar binden fazla nüfus vardı. Şimdi 100-150 kişi kaldı. Kalanlar da emekli ve yaşlı insanlar. 20-30 sene sonra bizim köy de Onaç gibi dağılacak. Diyebilirim ki bütün köyler böyle. Üreğil falan zeytinci. Kimse tarla bahçe ile uğraşmıyor. Gezerken hiç
zerzevat (sebze) bahçesi gördünüz mü? Göremezsiniz… İnsanlar sadece zeytine bakıyor. Şimdi budar, ilaçlar, Kasım’da da zeytini toplar, satar, o kadar. Sadece kendi yiyeceği kadar domates, biber, meyve yetiştirir.  Satmak için yapmaz. Çünkü kazanamaz. Halbuki, buranın fasulyesi gibi güzel, lezzetli fasulye belki Türkiye’de olmaz. O kadar güzeldir.  Bakın zeytinin en kalitelisi 10 liradan satılıyor… Markette fiyat dört katı. Zeytin bitsin buradaki köyler de dağılır”.

Onaç ile birlikte “Beyce” diye bir köy varmış, dağılmış, göçmüşler, ama hakkında bilgi sahibi olana rastlamadım.
Bir de aşağıda, İznik Gölü kıyısındaki Keramet köyü, eskiden bu tepelerdeymiş, topluca bugünkü yerlerine taşınmış. Orası da Yörük Türk köyüymüş.
Bu köylerin boşalmasıyla terk ettiği araziler bugün bomboş. Ekip diken yok. Pek çoğunda “çimen” , “çayır” formu oluşmuş.  Tek tük, küçük hayvan barınaklarına, küçük çaplı koyun ve keçi sürülerine rastlanıyor.
Bölgenin batısına doğru gittikçe odunluk meşe ormanıyla karşılaşıyorsunuz. Meşe gazelinde yuvarlanma düşlerim yine gerçek oldu…
Karameşe ve kızılmeşe ormanında yürümek,  ta geçen seneden kalıp kupkuru kar altından çıkıp baharla yeşile uyanmaya başlayan otlar, şakayıklar, sümbüller… Aşağıya indikçe daha adını bilmediğim çiçekler…
Meşe deyince…  dağında karşılaştığımız “kömür ocağı”, bugüne kadar gördüklerimin en büyüğü.. Mangal kömürünün yapıldığı yerler… Genelde bu  kömür ocakları kaçaktır. Dolayısıyla da küçük çaplıdır iş bitince dağıtılıp ormancılardan saklanırdı. Ama buradaki, kocaman ocak… Kömürlerin atık tozları kocaman bir yığın oluşturmuş.

VERİMLİ ARAZİLER, “PEŞKEŞ”Mİ ÇEKİLİYOR?

Köylülerden birisinin anlattıkları ise sadece kıraç sayılabilecek, sulanamayan yüksek alanlar değil en verimli ova topraklarının bile ne derece hor kullanıldığını göstermesi bakımından ilginçti:
“Ben emekliyim,  bir çiftlikte de çalışıyorum. Diyeceksin ki, elin ahırında çalışıyorsun, niye kendi ahırın ok. Olmuyor işte.  Bundan sonra hiç olmaz. Gençlerden köyde kalan yok. Bir traktör 150 bin lira. Nerden bulacak da alacak? Bak ben işçiyim adamın tarlasına domatesini, biberini ektim. Adam satmaya değil kendisi yemeye. Organik besleniyor. Sefa sürüyor. Zengin.  İnanmayacaksınız, Devlet, 600 dönümlük hazine yerini emekli bir hâkime verdi. Niye? Devletin has, torpilli adamıymış!. Sırf sahiplenmek için devlet oraya ceviz ekti. Hâlbuki orada ceviz olmaz, olmayacak. Bir başka muhitte yine devletin kocaman bir arazisi bir milletvekiline (Bursa
dışındanmış) verildi. Hazine yeri. Sana bana vermez. Ben gittim, istedim. 5 dönüm yere yıllık 10 bin lira kira istediler. Ya 5 dönüm yerden sen çiftçilikle 10 bin lira kazanmazsın ki... Ama onlara bedava verildi. Peşkeş çekildi. Parası olan götürüyor malı. Biz amelelik yaşıyoruz. Yarın bir imar çıkarırlar, adamlar o arazide trilyoner olur. Hâlbuki arazilerimiz çok verimli, bereketli.”
GEÇİM ZEYTİNLE…
İnişli çıkışlı tepeleri takip ederek indiğimiz Üreğil köyü merkezinde ilk dikkatimi çeken şey, “Tarımsal Kalkınma Kooperatifi” tabelası oldu. Direkt oraya gittim. İçerisi, bildiğin bakkal.  Kasada oturan kişiye sordum: “- Bu kooperatif ne iş yapıyor?”

-          Ne kooperatifi?
-          Tabelada yazıyor ya..
-          Haa… Ya o levha  var, ama kooperetif yok. Faaliyeti yok.”
Sonra, Üreğil’deki hayat ve geçim üzerinde sohbet ettik:
Burada geçim zeytin. Çoğu vatandaş emekli.  Bunun dışında para zeytinden kazanılıyor. Köyde yaşayıp da İznik ve Orhangazi’de fabrikalara, işyerlerine gündelik iş için gidip gelen 15 civarında kişi var.”
Orhangazi’ye bağlı Üreğil Bursa’ya 51, ilçe merkezine ise 11 km. uzaklıkta. Vakıf kayıtlarında “Üreğir” veya Oğuz boylarından olan “Yüreğir” adıyla geçermiş. Buranın da Yörük Türk köyü olduğu, İngiliz ve Yunan işgali sırasında  Rum ve Ermeni çetelerin saldırısına uğrayıp, yakıldığı anlatılıyor.  Köyde nüfusun 900’ün altına düştüğü, ilkokul olduğunu duyduk. Ama Bayındır’de okul yokmuş.
Köyleri, dağları, doğayı velhasıl memleketi tanımaya devam…