Doğa yürüyüşlerimizde dün (3 Mart 2019 Pazar) Bursa-Yalova sınırındaki dağlarda gezdik.
Karla kaplı ormanlarda, tepelerin bir tarafından İznik Gölü manzarası; diğer tarafından Yalova üzerinden Marmara'nın mavi sularını görmek müthişti. Yürüyüşümüzün başlangıç ve bitiş noktası olan Sugören ise pek çok kişinin şehirde çalışmaya gidip geldiği, gündelik geçim ve yaşam gailesisinden insanlarının topraklarına, çevresindeki zenginliklere adeta yabancı hale geldiği büyük bir köy.
Öncelikle, Koza Dağcılık'ın organizasyonu ile yürüdüğümüz bölgenin gözünüzde canlanmasına yardımcı olmak isterim.Minibüslerle Bursa-Gemlik yolu üzerinden Orhangazi'yi geçince Sugören yol ayrımından sadece 2 kilometre sonra Sugören'e vardık. Sugören köyünden itibaren uzun süre yokuş çıktık ve kah piknik alanı, kah orman yolu, kah patikalardan yukarıya, teplere çıktık. Düşünün, tepelerin bir yüzünden Yalova, öbür yüzünden İznik gölü görünüyor.
Gezdiğimiz bölgede dağların İznik gölüne bakan yüzünde Sugören, Ortaköy, Esadiye; Yalova ve İzmit körfezine bakan yüzünde ise Gacık,
Elmacı ve Laledere köyleri var. Önünde de Çiftlikköy tarafından Marmara'nın sularını görüyorsunuz. Hava parçalı bulutlu, ovaların üzerinde yer yer sisliydi. Havanın açık, temiz ve güneşli olduğu günlerde, bölgenin en yüksek noktasındaki "Radar"ın olduğu yerden ta Kadıköy bile görünüyormuş. Ama dün, tepemizde kocaman bir beyaz top gibi görünen Radar'ın olduğu tepeye çıkmadık.
Tepelerin Bursa tarafına bakınca ise, şu Bursa'dan Osmangazi körfez geçiş köprüsüne giden paralı yoldaki Orhangazi Tüneli girişi, Yeniköy ve Cihanköy'ün önünde, ovada yeşil bir orman örtüsü gibi görünen zeytinliklerin bitişiğinde İznik gölü manzarasını görüyorsunuz.
Yaklaşık 14 kilometrelik rotamızda, Sugören'den yukarı Höyüktepe, Beşpınarlar'ın ardından Radar tepesinin aşağısı ve Dumanlıtepe vardı.
Hava kapalı ve parçalı bulutluydu, yürüyüş için çok müsaitti. Tabi hava sıcaklıklarının hafif yükselmeye başlaması ile kar erimeye başlıyor. Sugören köyü içinde kar yok, ancak köyün hemen yukarısından itibaren kar başlıyor. Kar kalınlığı tepelerde 30 santim civarında.
Yürüyüşümüzün tamamı ormanlık alanda geçti. Çam, gürgen (kayın), meşe... Çok değişik bir orman yapısı var. Güzel kerestelik çam ağaçları, bazen kereste olarak değerlendirilebilecek gürgen olsa da ormanların büyük bölümü "bozuk baltalık" diyebileceğimiz türdendi.
Tabi orman uzmanı değilim ama, bu ormanlık alanların, resmen kaderine terk edildiği gibi izlenim edindim. Çok geniş bir alanda ağaçlar adeta hastalıktan "can çekişiyor".
İçimden, "Ya birçbirşey yapılamıyorsa, bıraksalar da köylüler bu kurumuş ağaçları kesip odun etse, ormanı temizlese" dedi bir ses.
Bazı gölgelerde taraçalama dikkat çekiyor.
Buralar, etrafı dikenli telle çevrili alanlar. Muhtamelen Orman işletmesi yapmış bu meyilli alanlardaki taraçalamayı. Ancak karla kaplı olduğu için buralara fidan dikilip dikilmediğini anlayamadım. Aslında kar seviyesi düşüktü, fidan falan görmedik. Ya hiç bir ağaçlandırma yapılmadı, ya da henüz tohum aşamasında.
Yürüyüş sırasında dağda avcılara rastlardık. Bu sefer ne avcı gördük, ne de silah sesi. Ancak her seferkinden daha fazla domuz ve tavşan izi gördüm.. Anlaşılan yaban hayvanları su kaynakları bakımından zengin olan bu dağları seviyor.
Su kaynakları deyince, doğrusu bu dağlardan bu kadar "boru şebekesi" beklemiyordum. Zira buralarda kurulu su şişeleme tesisi duymamıştım. Ancak neredeyse her doğal su kaynağının yanına bir beton loger yapılmış ve su kaynakları PVC borularla aşağılara doğru yönlendirilmiş.
Öğle molasınını orman yolu üzerinde verdik. Yine yemeklerimizi, kar üstünde kurduğumuz "Halil İbrahim Sofrası"nda yedik. Hava güneş de olsa, yolculuğun en soğuk anı dinlenme anları oluyor. Bu yüzden çok fazla üşüyen ısınsın diye ateş yakıldı. Dün aslında mol için durunca atletim hayli terlemişti, "yemekten sonra yedek atleti giyerim, değiştirim", demiştim. Ancak 20 dakika falan süren kar sofrasından sonra ayağa kalkınca atletin üzerimde kuruduğunu farkettim. "Termal içlik" süpermiş!
YALOVA'NIN BANLİYÖSÜ!
Sugören köyüne vardığımızda ilk dikkatimi çeken şey sokaklardaki özel araç yoğunluğu oldu. Bu kış gününde, bir köyde ve pazar günü, bu kadar otomobil neyin nesi...
Dönüşte kahvehanede sohbet ederken, merakım giderildi!
Sugören köyü Yalova'ya 15 kilometre bir yer. Meğer köyde pek çok insan, her sabah Yalova'ya çalışmaya gider, akşam gelirmiş. Pazar günün de genelde tatil gibi olduğu için, herkesin arabası evinin önünde.
Eski adı Çengiler olan Sugören büyük bir köy. Köyde iki cami, İlk ve Ortaokul (en az onlar kadar da büyük bir Kuran kursu), Sağlık Ocağı bulunuyor.
Köylerin çoğunda okul kalmadığı için burada İlk ve Ortaokul görmek çok sevindirici. Tabi burada 2 binden fazla nüfus, bin 300 seçmen olduğunu duyunca okulun faal olması kaçınılmaz olmuş.
Kahvehanede insanlara, "Suören köyünde nasıl geçiniyorsunuz" diye sorunca, yanıt gayet özetleyici oldu:
"Bu köyde 500 emekli var. Gençler de şehirde çalışıyor. Karı koca işe gidenler var. Köyde 7-8 tane minibüs var. Sabahları herkes erkenden kalkar ,minibüslere birip şehire işe gider. Akşam da evlerine geri döner. Para öyle kazanılıyor."
Bu "Şehirde kazanılan para"ları geniş bahçeli, şehir ve villa/dubleks tarz konutlardan, markalı otomobillerden anlamak mümkün.
Zaten 3-4 katlı bina da buraların artık köy olmaktan çıkıp şehrin bir parçası haline geldiğini gösteriyor. Köyü temsil eden bir-iki katlı, ahırlı, samanlıklı evlerin yerine, şehri temsil eden "apartman"lar kuruluyor.
Buralar sanki Yalova'nın kenar mahallesi, "banliyösü" olmuş gibi..
SÜT TANKININ ÇEYREĞİ BİLE DOLMUYOR!
Köy meydanındaki "SS. Suören Tarımsal Kalkınma Kooperatifi" tabelasını görünce, hemen kapısını çaldım. İçeride kocaman bir süt tankını görünce de keyfime diyecek yoktu. Görevliyle muhabbet şöyle:
"- Bu süt tankı 5 tonluk mu?
- Hayır 3 ton.
- Dolu mu şimdi? (sabah saatlerde, henüz taze süt orada olmalı).
- Nerdeee... O eskidendi. Şimdi en fazla 500-600 litre süt geliyor. Hayvancılık kalmadı ki!"
Tam bir hayal kırıklığı...
Kooperatif köydeki sütü satın alıyor, bu soğutma tankında topluyor, oradan süt fabrikalarına satıyormuş. Kooperatif köylüden sütü litresi 1,7 liradan satın alıyormuş. Ama mesela biz birkaç kilo süt almak istediğimizde satış fiyatı 3 lira imiş.
Kahvehanede, bu kooperatifin başkanı ile sohbet etme şansım buldum:
Başkan, kamudan, Tarım Bakanlığından emekli, idealist görünen birisi. Binbir hayalle kurmuşlar bu kooperatifi.
Ancak Sugören'de hayvancılığı değil ilerletmek, mevcut durumu bile koruyamamışlar.
"Olmuyor, olmuyor... Devlet tarıma, üreticiye destek olmuyor. Biz üreticinin malı değerlensin, çiftçi para kazansın, üretim çoğalsın, geçinsin, şehirdeki vatandaş da kaliteli ve ucuz gıda yesin diye çırpındıkça, çifçi mazottu, gübreydi, ilaçtı, tohumdu... borca battı. Vazgeçtiler. Ahırlar dağıldı. Hayvan kalmadı... Hayvan olmayınca süt nereden olacak..."
Başkan, çifçiye yapabildiklerinin sadece piyasanın cuzi miktarta altına mazot ile yem vs. terarik edebilmek olduğunu söyledi. Yani kooperatif şu an sadece mazot ve yem satıyor.
"Kendi sütünüzü kendiniz yoğurt, peynir vs. yapıp satmayı denediniz mi" sorusunun yanıtı bir ise bir soru oldu:
"Nerede o işi yapacak para?"
Biz yürürken, yaz aylarında birilerinin bu dağlarda sığır ve özellikle koyun keçi otlattığının kanıtlarını gördük. Ancak köyde sadece sığır değil, küçükbaş hayvanların sayısı da azalmış.
Süt ve et hayvancılığı fiilen çökmüş. Şimdi köylü "Kurbanlık hayvan" yetiştiriyormuş. "Kurbanlık" yetiştirmeye dönüş, aslında hiç hayra alamet değil; hayvancılığın tamamen bitişe giden yolundaki son durağıdır... Ama şimdi bu konuya girmeyelim..
DAĞDA ŞALVARLI, SAKALI TİPLER...
Yürüyüş sırasında Höyüktepe civarında "Piknik Alanı" gördük. Kulübeler, çeşme, taraçalar...
Burası köye ait piknik alanıymış. Bildiğin ücretli bir piknik yeri galiba ama, henüz yeni yeni oluşuyor gibi.
Ancak civarda piknik alanı ile ilgisi olmayan, iş makineleriyle derin kazılmış, kulübeler yapılmış, askeri eğitim alanlarının andıran yerler var. Buralardaki kulübeler boş. Sadece birinin penceresinden bakıp, içeride yatak, ranza düzeni gördüm.
Çevresi telle çevrili.
Köylülere "Onlar ne?" dediğimde birden yüz ifadelerinde değişim fark ettim:
"Kardeşim, vallahi bizim de tam bilgimiz yok. Devlet bize orası için SİT alanı diyor. Ama birileri geldi, oraları kamp yerine çevirdi. Hangi tarikattır, nedir, kimdir bu adamlar, bilmiyoruz. İzinleri Ankara'da alıyorlarmış. Cübbeli, şalvarlı, sarıklı, sakallı tipler görüyoruz. Bir sürü erkek... Jandarmanın bilmemesi mümkün değil, ama birşey yapılmıyor!"
Aklıma Uludağ Hüseyinalan civarında "öğrenci yurdu" levhası altındaki tarikat eğitim yerleri geliyor. Tabi ne tarikatıdır, kimsen nasıl izin alırlar? Orada ne yaparlar, ne yer ne içerler, bilen yok. Tam bir muamma!
BURADAN KİM, NE MADENİ ÇIKARIYOR?
Höyüktepe civarında inerken, sanki maden işlenmiş, ocaklar tükenmiş de öylece bırakılmış gibi duran bir bölge gördük. Sadece ocaklar değil, işçilerin kaldığı anlaşılan prefabrike konteyner evler, iş makineleri, maden taşıma bantları falan öylece terk edilmiş.
Anlaşılan Sugören köylüleri de bu topraklarda ne tür bir maden işlendiğini, bu madeni kimin çıkarıp götürdüğünü bilmiyor.
Orta yaşın üzerindeki köylülerle konuşuyoruz. Normalde herşeyden haberdardırlar.
Ama kendilerine ait merada açılan bu koskoca çukurları, ora ne iş yapıldığını sorunca, herkes farklı bir şey söyledi:
-"Orada bir taş bulmuşlar. Küçük küçük. Değerli bir şeymiş, onu çıkrıp eleyip götürdüler. Ama adını bilmiyorum"
- "Oradan gümüş madeni çıkrıldı. Topraktan gümüşü makineyle ayırıp götürdüler."
- "Sarı topraktan altın çıkardılar".
- "Ordan kocaman yuvarlak bir taş çıkardılar. Kesip götürdüler"
- "Mermer, taş ocağı ocağı orası."
Orada ne iş yapıldığını anlamadım. Emin olduğum tek şey, orada mermer çıkarılmış olamayacağı. zira çevrede mermere rastlamadım.
Yürümeye, doğayı, köyleri, dağları, ovaları insanları velhasıl memleketi tanımaya devam...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder