31 Mart 2011 Perşembe

Bir yönetme tarzı: Güven(siz)lik!

27 Eylul 2010, Pazartesi

Eski cumhurbaşkanlarından Turgut Özal'ın "öldürüldüğü" yolundaki söylentiler, yıllar sonra oğlu tarfından yüksek sesle dillendirilmeye başlandı. 

1990'ların ilk yarısında zirve yapan faili meçhul cinayetler zincirine, öyle anlaşılıyorki, ülkenin bir numaralı kişisi de eklenmiş...


Hatırlayalım, Turgut Özal, 12 Eylül 1980 darbesinin ardından hem ekonomiye hem siyasal yaşama damgasını vurmuştu. Ünlü "24 Ocak Kararları"nın mimarı, uzun yıllar Başbakan ve  Cumhurbaşkanı sıfatıyla, "devletin" en yüksek koltuklarında oturmuş bir kişiden sözdediyoruz. 
Özal ailesinin açıklamalarına bakılırsa, olay gerçekten vahim.
Düşünün ki, devletin tepe noktasında olan, ülkenin en güçlü kişisi görünen Turgut Özal'ın bile can güvenliği sağlanamamış... Özal ki, adeta bir koruma ordusu ile dolaşırdı ve bazı görevlilerin olur olmaz gazeteci meslektaşlarımızı tartakladığını hatırlarım.
Üstelik, Özal'a hem başarısız süikast, hem de öldürülmesinin arkasındaki gücün de "derin devlet" olduğu düşünülüyor. "MGK Genel Sekreteri", "orgeneral"...
Konu hakkında soruşturma açıldı ve umalım ki olayların arkasındaki perde ortaya çıkarılsın.
Ama dikkatinizi çekmek istediğim nokta şu:
Bir ülkede eğer sıradan insanların can güvenliği yoksa, hayat bir şekilde terörize edilmişse, o ülkede en yüksek makamlarda olan kişiler dahil herkesin güvenliği risk altındadır.
Ve böyle bir ortamda bırakın hukukun işlemesini; demokasi, normal medeniyet, uygarlık vs. gerçekten büyük tehdit altındadır.
Mesela ekonomi risk altındadır... Siz bir sermayedarın, can ve mal güvenliği olmayan yerde iş kurmaya çalışacağını mı sanıyorsunuz? Asla... Nitekim çok büyük teşviklere rağmen Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi bir türlü gerekli sermayeyi çekemedi.
Bugün Türkiye coğrafyasının en az yarısında  insanlar gündelik yaşamlarında rahat değil. Mesela Tokat'ta bir köylüyseniz, siz mısır tarlasını yaban domuzlarından korumak için tarlanızda kafanıza göre gece nöbeti tutamazsınız! Bu iş için jandarma karakolundan yazılı izin almak zorundasınız.
Koyunlarını merada, yaylada otlatmak mı istiyorsun? Benzer şekilde güvenlik birimlerine bilgi vermen gerekir.  
Birçok yerde köylü, "ya teröriste ekmek verirse" diye hayvanlarını yaylaya çıkaramıyor. İnsanların kırsal kesimde yaşama alanı daraltılıyor ve insanlar yılıyor, köyünü terkedip büyük kentlere göçmek zorunda kalıyor. Buralar Güneydoğu falan değil.  Teröristlerin olduğu-olabileceği çok geniş bir alanda ise sıkıntı çok daha büyük.
Can mal güvenliğiniz yoksa, orada tarımla uğraşmazsınız, ticaret yapamazsınız, yapmak istemezsiniz... Fabrika falan kurmayı hiç düşünmezsiniz... 
"Bu memleket benim" diyemeyen, kendini güvende hissetmeyen kişiden,  enerjisini, yaratıcılığını kullanmasını; hem kendisi hem çevresi için birşeyler yapmasını, hatta evinin önünü temizlemesini,  bir köşeye fidan, çiçek dikmesini bekleyemezsiniz.
İşin çok daha önemli ve tehlikeli olan yanı ise şu: ülkeyi sürekli gerginlik içinde yönetmenin olağan yönetim şekli olması...
Güven"siz"lik aslında  bir yönetme biçimi oluyor!
"Ahali"yi sürekli kurtarıyorsunuz!
Bir komünizmden,  bir faşizmden,  bir şeriattan, bir laikçilerden! Önce ateşlere atıyorsunuz, sonra yeniden kurtarıyorsunuz ve artık kimsenin adalet falan isteyecek mecali kalmıyor.
Ülkeyi korkularla yönetmek diye tanımlanan şey belki de işte bu...
En masum demokratik taleplerin üzerine copla, biber gazıyla, kış ortasında tazyikli suyla gidiyorsun...
Meydanlar savaş alanı gibi oluyor. 
"Ülke güvenliği" bunu gerektiriyor!...
Herkesin, "burası benim ülkem" diye sarıldığı, barış ve kardeşlik içinde ürettiği, geleceğini planladığı, silah yerine ekmeğin, mermi çekirdeği yerine elma çekirdeği ile uğraştığımız; enerjimizi güven içinde yönetilen  bir Türkiye için harcayacağımız günlerin düşü ile iyi haftalar..

 

Enerji, doğanın yağmalanması değil!


1 KASIM 2010, Pazartesi 

Televizyonlarda bu ara “Eroğlu elini çek, defol”, “Doğamızı katletme Eroğlu” gibi dövizleri çokça görüyorum. 

Hidroelektrik santrali yapılan bölgelerdeki halk ve çevreciler Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nu yerden yere vuruyor.


Tabi “Eroğlu” soyadını taşıyan birisi olarak, bu hafta soyadımın onurunu korumak istedim!
Öncelikle belirtelim ki, pek çok ülke gibi Türkiye’nin en kritik sorunu enerji. Dış ticaret açıklarının en büyük kalemleri petrol, doğalgaz vs. ithalatı. 
Benzini, mazotu, doğalgazı,  elektriği en pahalı tüketen ülkelerden birisiyiz.
Elektrik büyük ölçüde doğalgazdan üretiliyor. Bu hem bağımlılık, hem risk, hem de yüksek bedeller ödemek demek. 
Sadece benzinde, elektrik fiyatlarında Avrupa şampiyonu değiliz...Yüksek doğalgaz faturaları nedeniyle elektrik fiyatları düşmüyor. 
Ama sadece doğalgaz fiyatları değil, doğalgaz santralleri ile devletin yaptığı “fiyat garantili anlaşma”lar nedeniyle de elektrik fiyatlarının daha uzun süre düşmesi hayal.  Yani evimizde, işyerimizde daha uzun yıllar elektrikle kazıklanmaya devam edeceğiz!
Mesela devlete ait Ovaakça santralinin, sırf doğalgaz vanasını kısmak, yükü ucuz HES’lere kaydırmak için çalıştırılmaması, bence de doğru bir karardı.  
Ucuz elektriği ancak derelerine hidroelektrik santralleri, maden ocaklarına termik santralleri yaparak, rüzgar ve güneş enerjisini devreye sokarak elde edebilirsin…
Resmi verilere göre bugün Türkiye, hidroelektrik enerji kapasitesinin sadece üçte birisini (140 milyar kWh) kullanabiliyor. Hükümet, 26 Haziran 2003 tarihinde Su Kullanım Hakkı Anlaşması ile enerji üretimini özel sektöre açtı. Bu önemli bir değişimdi ve özel sektör patır patır bu işe soyundu.  24 bin 969 MW kurulu gücündeki bin 611 HES projesinin 1.583 adedi için başvuruda bulunuldu. Bunların toplam kurulu gücü 23 bin 247 MW. Başvurusu yapılan 1.583 HES projesi tamamlandığında yıllık 82 milyar kWh enerji üretecek. Bu projeler için özel sektörün yatırım miktarı ise yaklaşık 40 milyar dolar.
Bugün başta Karadeniz olmak üzere ülkenin pek çok yerinde harıl harıl, yüzlerce HES yapılıyor.
Santral yapımında da yeni yöntemler var. Eskisi gibi büyük arazileri su altında bırakan baraj gölleri yok. Mesela Kelkit Çayı’nda, Niksar-Reşadiye arasında 5 santralin inşaatı var. Göl yok. Suyu dereden düz bir kanala/boruya alıyorsunuz, 30-40 metre bir şev oluşturduktan sonra önüne santrali yapıyorsunuz. Barajdan çıkan suyu tekrar bir düz kanala alıyorsunuz ve diyelim ki, bir kilometre sonra yeni bir 30-40 metrelik yükseklik elde ettiğinizde jeneratörü bu 30-40 metre yükseklikteki suyun altına koyuyorsunuz.  Bu böyle devam edip gidiyor.
Bu iş özel sektör için, uzun vadede çok karlı bir iş. Eğer ilk yatırıma gücünüz varsa, kazanç büyük. Düşünün birkaç yılda santralı kurduktan sora su akıyor, jeneratörünüz dönüyor ve siz şakır şakır para sayıyorsunuz…  
Hele bir de doğalgaz santrallerinin fiyatına TEİAŞ ile satış sözleşmesi imzaladıysanız, paraları resmen çuvallıyorsunuz!
İşte HES yapma azminin altındaki şey bu.
Ama bütün bunlar hükümeti ve Eroğlu’nu aklamıyor.  
Zira, HES yapımlarında doğa ve yöre halkı hiç hesaba katılmıyor.
Evet, o santral ve elektrik önemli. Ama dağlarımız, derelerimiz, bahçelerimiz de en az elektrik kadar önemli. Öncelikle bakanlığın, yöre halkının taleplerini göz önüne alması ve doğayı, yaşamı tahribe izin vermemesi gerekir.
Zurnanın zırt dediği yer şu: Bu barajlar tamamen azami kar güdüsüyle yapılıyor. Zaten çoğu ya yabancı veya yabancı ortaklı firma. Adamlar koskoca vadiye bir yudum su bırakmak istemiyor. Burada orman, tarla, bahçe mi var, insan mı yaşıyor, umurlarında değil. 
Sadece kesesini düşünüyor. 
Kanalı şuradan götürürsen biraz masraflı olabilir ama doğa ve çevredeki insanlar açısından daha iyi olur” desen ne kaybedersin? 
Yok,  inadına, tersini yaparlar.
 Köylülerin üzerine jandarma sürmekten hiç çekinmezler… 
Hükümet de bu firmalara toz kondurmuyor.  Çevrecileri, yöre köylülerini hedef göstermeyi, yok saymayı saplantı haline getirmiş.
Niye bu gözü karalık? 
Değil mi ki, enerji insanımız için üretiliyor?
Çevre felaketine, erozyona, insanların toprağını terk edip göç etmesine yol açan,  memleketin ağacını, çiçeğini, böceğini, otunu, derelerini kurutacak bir HES, koskoca bir talandan başka ne olabilir? 
Doğa ve insan ile barışık HES mümkün. 
Yeter ki, para hırsı gözünüzü kör etmesin!
İyi haftalar.

 

Türban-laiklik ve radikal çözüm!

 


Türban-laiklik polemiği bir türlü bitmiyor. Gelişmelere bakılırsa da, bitmeyecek. 
Peki, toplumda gerginlikleri ortadan kaldıracak kalıcı bir çözüm mümkün müdür?
Bence mümkündür ve bugün sizlerle kendi önerimi paylaşmak istiyorum. 


İşin aslına bakalım: Türkiye Cumhuriyeti, laiklik üzerine kuruldu. Şeriat ve Halifelik, devletin dini esaslara göre yönetilmesi, şeriat hukuku vs.  kaldırıldı. Ancak toplumun, Anayasa’nın değişmez maddesi olan “laiklik”  ilkesine göre dönüştürülmesi, laik toplum yaratılması konusu hep eksik kaldı, başarılamadı. 
Birtakım “dengeleri” gözetmek kaygısıyla ve hakim Sünni İslam inancına göre kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı ise devlet ile din arasındaki “ayrı, ikili, seküler, laik” yapının oluşmasını önledi; kurum başta aleviler olmak üzere farklı inanç grupları üzerinde devletin baskı gücü olarak işlev gördü.
Dolayısıyla bugün “türban” sorunu, şeriat devleti kurma heveslilerinin siyasi simgesi olmasını bir tarafa bırakırsak, devletin bizzat yönlendirmesiyle Sünni İslam inancına göre yetişen kadınların, “inançlarının gereğini yaşamaları” talebi haline geldi!
Ve bu anlamda bal gibi bir “özgürlük” talebidir!  Çünkü bu insanlar böyle bir dinsel inançla yetiştirilmiştir, başının, saçının, elinin, teninin vs. nikahlı kocası dışındakilerce görünmesini, tokalaşmayı vs. “zina” ve “günah” saymaktadırlar.  
Şimdi, olaya salt inanç ve yaşama şekli diye “temel kişi hak ve özgürlükleri”çerçevesinde yaklaşıp, “türbana özgürlük” verirseniz olay çözülmüş olur mu?
Hayır, asla..
Önce bu olay üniversitelerden sonra liselere, giderek ilkokula kadar yayılacak, bu kampanya canlı tutulacaktır. Bunun ipuçları da vardır. Zira olay “kişisel hak ve özgürlük” gibi değil, “inanların zaferi”, “laik devlette bir kale düşürme” olarak anlaşılacaktır, bu potansiyel maalesef vardır. 
Ve toplum yeni ve daha karanlık bir döneme girecektir.
İktidar partisinin, merkez sağ ve liberal yapıya bürünmesi, laik düzen karşıtlarının son dönemde zenginleşip liberalleşmesi ve “yumuşaması”, aşırı uçların törpülenmiş görünmesi bence çok yanıltıcı olabilir.  Ekonomik ve siyasi bir kriz, bu tür kaygan zeminlerde her an toplumda kardeş kavgası ve boğazlaşma potansiyelini tetikleyebilir. 
Bence radikal ve kökten çözümün zamanı çoktan geldi
Türban gerginliğini ortadan kaldırmak için yapılması gerekenler şunlar: 
1. Devlet artık bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi, kimsenin dinine, inancına karışmamalı. Bir inancı dayatmamalı… Bütün din ve  mezheplere eşit uzaklıkta olmalı. Vatandaşlar arasında ayrım yapmamalı.
2.       Diyanet İşleri Başkanlığı kapatılmalı. Ben çocukken, köyde camiyi köylü kendi imkanlarıyla yapardı, imam da köyümüzdendi ve geçimini köylülerin yardımıyla sağlardı. İmamlar maaşını  kendi cemaatinden almalı. Avrupa'da nasıl devlet memuru papaz diye bişey yoksa burada da devlet memuru din görevlisi  olmalalı. 
Yok, Diyanet kaldırılmayacaksa, o zaman Alevilik vs. bütün inanç gruplarının, hatta ateistlerin ihtiyaçlarına göre hizmet vermeli. Mesela devlet camiye para, imama maaş veriyorsa, cem evine, dedeye de vermeli.
3.       Devlet okullarında zorunlu din dersi kaldırılmalı. Din eğitimi, dini kuruluşların uhdesine verilmeli. Bu kuruluşların talebi, kararı doğrultusunda imam, dede vs. yetiştirecek okullar açılabilir, İmam Hatip’ler yeniden organize edilebilir.
4.       Eğitim “dünyavi”, “secular” ilkelere göre düzenlenmeli. Mesela “Ahlak” dersi yeni baştan ele alınmalı.  “Ahlaklı insan, dindar insandır” yerine, “Ahlaklı insan, hukuka, insan haklarına önem veren, ülkesini seven, insanlarına yardımcı olan, iyi anne-baba-eş, kendi ve ülkesi için bir şeyler yapan insandır” gibi medeni yurttaş değerleri öne çıkarılmalı.
5.       Ve tabi, devlet kimsenin nasıl elbise giyeceğine, başını örtüp örtmeyeceğine, ibadetine vs. karışmamalı.  Başörtüsü taktı diye bir öğrencinin okuma hakkı asla engellenmemeli.

EY iktidar, muhalefet!
Radikal bir adım için ne dersiniz? 
Hani yüzümüzü Avrupaya dönmüştük...
Onların onlarca yıl önce hallettiği sorunla boğuşmak yakışıyor mu?
Ülkenin yapılacak daha çok işi var.
İyi haftalar.



25 Ekim 2010, Pazartesi  

Laik eğitimin babası Fery ve türban!

11 Ekim 2010, Pazartesi

 
Okullar açıldı, yine bir türlü “çözülemeyen” türban tartışması… 

Bu hafta sizlere, batılı eğitim sisteminin kurucusu sayılan efsanevi Fransız bakan Jule Fery’den ve yaptıklarından söz edeceğim. Fery'nin şu bizde hâlâ kuş mu deve mi olduğu anlaşılamayan “laik eğitim”i nasıl kurduğunu özetlemeye çalışacağım.

1789 yılından itibaren bir yığın devrimlere, toplumsal altüst oluşlara sahne olan Fransa’da, 19. yüzyılın son çeyreğine hem sanayici-tüccar burjuva sınıfı, hem artık geleneksel gücünü kaybeden kral-kilise otoritesi yeni bir toplum ve düzen kuracak olgunluğa ulaşmıştır. 

1881 yılında bakan seçilen ve yasa çıkarma gibi yetkilerle donatılan burjuva aristokrat kökenli eğitimci Jule Fery,  Fransa’da (bunu Avrupa’da, hatta dünyada diye okuyabilirsiniz) ilk kez eğitim sisteminde radikal bir değişiklik yapar ve yeni bir çağ açar.
J. Fery’nin en önemli yenilikleri şöyle:
1. Öncelikle, sadece zengin aile çocuklarının eğitim hakkından yararlanmasına son veriliyor.  
Okullar zengin-fakir bütün halkın çocuklarına açılıyor, bedava hale getiriliyor. Eğitim sisteminin bütün masraflarını artık devlet ödemeye başlıyor.
2. Eğitim sadece şehirlerde değil, en ücra köylerde, kırda; sadece erkek değil kız öğrencilerde, bütün nüfus için de 6 yaşından 13 yaşına kadar zorunlu hale getiriliyor.
3. Eğitimde kilisenin hâkimiyetine kesinlikle son veriliyor. Zira o zamana kadar, kilise ve dini otoriteler sadece papaz yetiştiren okullarda değil, tıp dahil bütün okullarda söz ve karar sahibiymiş.  Ve yeni eğitim sistemi “laiklik” ilkelerine göre kuruluyor.
Laik eğitim” (laicité) de aynen şöyle tanımlanıyor: 
Okullar artık cumhuriyetin düşmanı olan (tanım aynen böyle, zira bu dönemde kurulan parlamenter sistem ile kilise arasında keskin bir mücadele var) dini otoritenin kontrolü altında olma zorunda değildir. Laik devlet bütün siyasi ve dini görüşlere, inanışlara saygılı olur. Laik okul ise görüş ve inanışların tercihi değil, sadece objektif olarak açıklanması ile ilgilenebilir. Eğitim sistemi, bütün dini inançlardan bağını koparmış olarak, bilimsel, nesnel şekilde herkesin bağımsız bir kişilik sahibi olmasına yardımcı olacaktır.  Din eğitimi (enseigner le catechisme) herkes için ücretsiz olan laik eğitim sisteminin tamamen dışında, sadece dini otoritelerin kontrolü altında yapılacaktır. Devlet din eğitimine karışmayacaktır.
Demek ki neymiş?
Laik devlet” öğrencilere bırakın “zorunlu” olmasını, her hangi bir şekilde din dersi vermezmiş! Din eğitimi dini kurumların işiymiş ve devlet o işe karışmazmış!
Laik devlet okulunda sadece bilim, fen, dil, medeniyet, sanat, edebiyat, ekonomi vs. bütün “dünyevi” alanlarda eğitim verilirmiş.
Sen devlet olarak 100 bin kişilik kadrosu olan kocaman Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuracak ve “din hizmeti” (o da sadece Sünni mezhebi) vereceksin; ilk ve orta öğretim okullarında bu din ve mezhebe uygun zorunlu eğitim vereceksin, sonra çıkıp bunun adına “laiklik” diyeceksin!
Din görevlilerinin “devlet memuru” olduğu bizden başka bir laik devlet var mı?
Sonra Sünni İslam inancına göre yetiştirdiğin insanlar,  inançlarının gereğini yerine getirmeye kalktığında da, velveleyi basacaksın: “Türkiye laiktir laik kalacak!”
Tıp fakültelerinde profesörlerin hastalarına imam, muskacı önerdiği bir ülkede yaşıyoruz...
Akıl ve deneysel bilimlerin değil, doğmaların etkisinde eğitilen gençlerin türbanı “özgürlük” talebi olarak dile getirmelerinden doğal ne olabilir?
Örtü değil, örtülen şeylere bakmak zamanı gelmedi mi?
İyi haftalar…

İşsizlik, rakamlar ve şeytanın gör dedikleri!

15 KASIM 2010



TUİK’in işsizlik verileri epeydir bana komik geliyor. 

 “İşsiz” diye açıklananların sadece Türkiye İş Kurumu’na başvuranlardan ibaret olduğunu ilk duyunca,  şaşırmıştım.
Peki, yıllardır, yönetimin insanların gözünün içine baka baka bu ülkede işsizlik oranını yüzde 9-10 olarak açıklaması size komik geliyor mu?


Bakınız, bir ülkede nüfusun, ekonomik faaliyetlere, istihdama katılan bölümü yaklaşık yarısıdır. Yuvarlak hesapla nüfusun yaklaşık yüzde 15’i çalışacak durumda olmayan yaşlılar, yüzde 20’si 18 yaşın altında ve çalışacak durumda olmayan çocuklar vs. dir. Buna eğitim, sağlık vs nedeniyle çalışacak durumda olmayanları da katarsanız yüzde 50-55’e ulaşırsınız. Mesela 60 milyon nüfuslu Fransa’da, nüfusun yüzde 45’i çalışabilir (aktif) nüfus olarak açıklanır.
Bu genellemeyle gidersek 71 milyonluk Türkiye’de aktif, çalışabilir nüfusun 30-35 milyon arasında olması gerekir Ama bakınız TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) son verilerinde, çalışabilecek durumdaki “aktif işgücü”nü 26 milyon 166 bin olarak açıklıyor.  Peki, soruyorum: Bu aradaki fark nedir?  5 milyon civarındaki insan neden çalışabilir nüfus içine alınmaz?
Sanıyorum, TÜİK’in işsizlik oranı hesabında bir gelişme var. İnternet sitesinden baktım, İŞKUR’un kayıtlarında “kayıtlı işsiz” sayısı toplam 1 milyon 719 görünüyor. Eğer işsizlik oranında sadece bu rakam hesaplansaydı, oran yüzde 6 olarak çıkardı. Demek ki bir değişim var.
 TÜİK, benim 30-35 milyon sandığım toplam “aktif işcücü”nü 26 milyon 166 bin olarak hesap ediyor. TÜİK’e göre bunların 23 milyon 195 bini “istihdam ediliyor”, yani bir yerde çalışıyor.  Bu 23 milyon 195 bin kişinin yüzde 47,2 si hizmet, 26’sı tarım, 19,5 sanayi, yüzde 6,6’si inşaat sektörlerinde fiilen çalışıyormuş.
Bunların yüzde 60,3’ü ücretli, yüzde 5,5’i işveren, yüzde 19,5’i kendi hesabına çalışan, yüzde 6,3’ü de ücretsiz aile işçisi.
Sıkı durun, işin en zor yanlarından birisi de şu ünlü “kayıt dışılık”…
TÜİK, 23 milyon 195 kişi çalışıyor diyor, ama Türkiye’de sigorta kayıtları ve kamu-özel herhangi bir işte çalışanlarla ilgili kayıtlar ortada! SSK,  Emekli Sandığı, Bağkur bağlantılı kayıtlar neredeyse bunun yarısı.
Peki bu fark nereden kaynaklanıyor?  
23 milyon insanın bir işi-gücü var ve “istihdam edilenler” hanesindeyse, mutlaka sigortada vs. bir kaydı olur, öyle değil mi?
… Ve TÜİK artık verilere “kayıt dışı” diye bir sütun ekliyor!
“İstihdam edilen” bu 23 milyon 195 bin kişinin yüzde 44,8’i (10 milyon 384 bin kişi) hiçbir yerde kayıtlı değilmiş!
Kayıt dışılık, kendi hesabına çalışanlar”da yüzde 67,9, “işveren”lerde yüzde 26,8, “ücretli”lerde yüzde 27,6.
23 milyondan tarımda istihdam ediliyor görünen 6 milyon 178 bin nüfusun ise yüzde 86’sı, “kayıt dışı”.
Son yıllarda kayıt dışı lafı çok konuşuluyor ve hükumetler sürekli bu işin üzerine gittiklerini-gideceklerini açıklıyorlar.
TÜİK’in kayıt dışına ilişkin veri açıklaması gerçekten hoş bir durum. Umarız sayılar, adresler vs. belirlendikçe hükumetlerin işi kolaylaşır.
Ama, belirtmeliyim ki, bu kayıt dışı konusu sistemin yumuşak karnı. 
Zira öyle bir yapı yaratmışsınız ki, kayıt dışı çalışmak kimileri için adeta “zorunluluk”, kimileri için de “rekabet aracı”.
Bugün “Ben her şeyi yasasına, kuralına göre yaparsam dükkanı kapatırım, batarım” diyen işletmeler;
Sigorta, kayıt falan istersem patron beni kapının önüne koyar”  diyen yaygın bir işçi kesimi;
... Elindeki kayıtlı işini taşeronlar vs. arcılığıyla kayıt dışına çıkarmayı vazgeçilmez, hayati rekabet aracı sayan, belki binlerce sanayi kuruluşu var.   
Sadece özel sektör mü?
Maliye Bakanlığı, bütün kamu istihdamının 2 milyon 998 bin olduğunu açıkladı.
İçine bakalım: kamuda çalışan 3 milyona yakın kişinin 2 milyon 128 bin 250’i kadrolu, 309 bin 145’i sözleşmeli,  55 bin 395’i geçici olmak üzere 395 bin 616’sı işçi. Taşeronlarda vs. çalışanlar ise 113 bin 628 ile “diğer” hanesinde!
Karayolları'ndan, DSİ’den tutun da belediyelere kadar bütün kamu kuruluşları artık “hizmet alımı”nı keşfetti! Taşeronluk kamuda hızla yaygınlaşıyor.
Sevgili okurlar, umarım bu Pazar sizi rakama boğup sıkmamışımdır. Ama rakamlarla sunabildiğimiz dünyanın daha gerçekçi ve anlaşılabilir bir dünya olduğuna inanmanızı isterim.
Ve ölçemediğiniz bir şeyi asla değiştiremezseniz, yönetemezsiniz.
İşin püf noktası, rakamları ideolojik,  siyasal vs. etkilerden kurtarabilmek ve bilimi, istatistiği toplumsal araştırma yöntemlerinden biri olarak “istihdam etmek”… 
Aman rakamlar da gizli işsiz olmasın!
İyi haftalar diliyorum.

Adalet mi? Pamuk eller cebe…

 29 KASIM 2010, Pazartesi



Adalet” ve “yargı” sessiz sedasız paralı, ticari  bir iş haline gelmiş bile. 

“Yargı harçları” yüzde 48 artmış. Adalet Bakanlığı, toplam bütçenin dörtte üçünü başı derde düşen, haksızlığa uğrayan ve hak-hukuk arayan vatandaştan topluyor. 

Paran yoksa, hukuki haklarını araman imkansız.

Peki nerede kaldı “hukukun üstünlüğü”, mazlumun korunması?

Sevgili okurlar, bu hafta sizlerle, Avrupa Birliği’nde 2017-21 dönemini kapsayan makro tarım politikası hazırlıklarını paylaşmak ve göz ardı edilen tarım sektöründeki fırsatlar üzerinde durmak istiyordum. Ancak elime geçen birkaç rakam sinirlerimi o kadar bozdu ki, tarımı falan bırakıp ülkemin geleceği ile ilgili karamsarlığa kapılmaya başladım.
Gazetelerden birinde küçük bir haber: “Harç deyip geçmeyin”....
Habere göre, devlet bu yıl çeşitli harçlardan toplam 7 milyar lira civarında bir gelir elde ediyormuş.  Tabi ki maliyenin ihtiyacı var,  normal, olacak…
Karamsarlık, harçlar listesine bakınca başlıyor.  
Bakınız, devlet bu 7-8 milyar lira civarındaki toplam harcın nerdeyse üçte birini yargı-mahkeme harçlarından sağlıyor.
Vatandaş bu yıl 3 ayrı kalemde toplam 2 milyar 903 milyon lira “yargı harcı”ödemiş olacak.
Haksızlığa uğrayan, hakkını arayan, başı derde düşen; malı çalınan, hırsızlık; gasp, tecavüz, cinayet mağduru olan; alacağını tahsil edemeyen, şiddet-işkence vs. gören ve hak-hukuk aramak için yolu adliyeye düşen vatandaş devlete bu yıl 2,9 milyar lira (eski para ile 2,9 katrilyon) ödüyor.
Daha çarpıcı olan şey ise şu:
Vatandaşa adalet, yargı hizmetini veren kim?
Adalet Bakanlığı.
Adalet Bakanlığı’nın bütçesi ne kadar?
4,3 milyar lira.
Yani devlet adalet-yargıya harcayacağı toplam paranın yaklaşık 4’te 3’ünü, hakkını hukukunu koruyamadığı mağdur vatandaşlarından topluyor!
Bu size normal mi geliyor? 
Yoksa bu ülkede “skandal” sözünün anlamı mı değişti.
Adliyelerde sıkça gördüğümüz “Adalet mülkün temelidir” sözündeki “mülk”, para, mal mülk, kat yat değildir. O mülk“ülke, devletin egemenliği altındaki toprakların bütünü” anlamındadır.
Voltaire şöyle der: Les lois existent pour faire respecter l’ordre, mais aussi pour protéger les citoyens.”
Yani, “ Yasalar, insanların kurulu düzene saygı göstermesini sağlamak, ama aynı zamanda da vatandaşları korunmak için vardır.”
Yasa, hukuk, yargılama vs. hepsi zaten vatandaşın, daha ziyade de zayıf, mağdur vatandaşın, “mazlumun” hakkını korumak için vardır. Yoksa güçlü olan, kendi işini kendisi halleden, “üstün”lerin, zorbaların hukuka, yargıya falan ihtiyacı yoktur!
12 Eylül referandumu sürecinde hükümetin en çok üzerinde durduğu “hukuk reformu” sözü oldu.
Peki, yüzde 58’in derdi sadece Anayasa Mahkemesi, HSYK gibi tepe noktalarda oturan kişilerin kim olduğu muydu sanıyorsunuz? 
Evet, yargı-hukuk reformuna ihtiyaç var.
Ama bu salt tepe kadroları değiştirmekle olmaz. Hatta buna reform bile denmez.
Yüzde 7-8 enflasyon olan bir ülkede yargı harçlarını yüzde 48 artıran, insanları adalete başvurmaktan caydıracak uygulamalarla hiç olmaz.
Adalet Bakanlığı’nın bütçeyi mağdurların sırtına sarmasıyla hiç olmaz.
Türkiye’de köklü bir hukuk-yargı reformuna ihtiyaç var.
Mağdurun kolay ulaşacağı, ücretsiz, vatandaşı koruyan, yıldırıp bıktırmayan, iyi ve zamanında işleyen, gözaltını mahkumiyete dönüştürmeyen, insanları çek senet mafyasından, katilden, şiddetten medet umar hale getirmeyen bir yargı sistemine ihtiyaç var.  
Bu, devletin işi ve gerekli harcamayı yapacak olan devlettir.
Vergileri boşuna mı ödüyoruz?
İyi haftalar.

Adalet mahkeme bekliyor!

 20 ARALIK 2010, Pazartesi 



Yıl, 1981-82...
Üniversitede, “Anayasa Hukuku” dersimize giren Prof. Dr. Kemal Dal’ın, 12 Eylül Anayasasını yapan ekipten olması hayli ilgimizi çekmişti. 



Düzgün ve kararlı adımlarla, kürsünün bir ucundan diğerine volta atar; tane tane ağzından emredercesine dökülen sözlere, iskarpin ayakkabının tahta zemine“tak, tak…” vuruşu eşlik ederdi.  Bu, “Ben bir hukuk otoritesiyim, her kelamım kanundur” demekti.
“Anayasa Hukuku’nu, bizzat Anayasa yapan bir adamdan öğrenme” tabi çok özel bir durumdu, büyük bir şanstı. 
Tam bunun tadını çıkarma niyetiyle ders kitaplarına yamulunca, hocanın “yasa” ile “hukuk”u aynı yere koyması bana ilk soğuk duş oldu. Ve “yasa” ile “hukuk” arasındaki fark tartışması, Prof. Dal ile bir türlü bitmeyen tartışmalarımızın da ilki oldu. Sonradan 1982 Anayasası hazırlandı, oylandı, elimize nerdeyse abdestsiz okunmayacak metin olarak verildi. 
Tabi biz gazetecilik okulundaydık, hukuk bilgimiz sadece işimizi görecek kadardı. 
Ancak bugün dikkatinizi yasalara değil, yargılamaya çekmek istiyorum.  
Fransa’daki yargılama sistemini araştırdım. Çok farklı. Bizde olmayan mahkemeler dikkatimi çekti:  
Le Tribunal d’istance: Hapis gerektirmeyen suçlar için, tek hâkimli mahkeme. 10 bin Euro’ya kadar para cezası verebiliyor. Ev sahibi-kiracı, küçük alacak verecek ve anlaşmazlık gibi basit davalara bakıyor.
Le Tribunal de grande instance (TGI): 3 hâkimli. Boşanma, evlatlık edinme, nafaka, miras, mülkiyet hakkı vs. davalarına bakıyor. Avukatlı.
Le Tribunal de police: Gece yüksek ses çıkarmak, lisanssız avcılık yapmak, komşunun bahçesinden izinsiz meyve toplamak, hayvanlara kötü muamele yapmak, yanlış yere park etmek vs. davalara bakıyor. 2 aya kadar hapis, 10 bin Euro’ya kadar para cezası verebiliyor. 
Le Tribunal correctionnel: Hırsızlık, dolandırıcılık, yataklık, şantaj, hayvanlara karşı şiddet, yaralama, aracın yayaya çarpması, güveni kötüye kullanma gibi genelde suçüstü durumlarına bakıyor. 10 yıla kadar hapis cezası verebiliyor.
Ticaret Mahkemesi: Farkı, hâkimler 3 yılda bir seçiliyor. Seçimde hâkimlerin yanı sıra ticaret ve sanayi odasından temsilciler de oy kullanıyor.  
Le Conseil de prud’hommes: İş mahkemesi, ancak sadece işçi ve işveren arasındaki uyuşmazlıklara bakıyor. Hâkimler, yarı yarıya, ücretli ve işveren kesiminden oluşan bir kurul tarafından, bir yıllık görev için seçiliyor. Hâkimleri seçecek grup içinde sanayi, ticaret, tarım, hizmet-eğlence ve kamu sektörlerinden, işçi ve işveren temsilcileri var.
La Cour d’appel(İstinaf Mahkemesi): Hukuk ve ceza konularında birimleri olan 2. Derece mahkemesi. Bizde İstinaf Mahkemeleri’nin yasası çıktı, AB 7 milyon Euro da para ayırdı binası için, ancak hala “Diyarbakır olsun mu olmasın mı” tartışmasına takılıp kaldı.  
Hukukun işlemesini mahkemeler sağlar. Türkiye son 30 yılda Ticaret, İş, Aile, Çocuk mahkemelerini kurarak yargılamada kuşkusuz hayli yol aldı. Ancak bugün vatandaşı canından bezdiren hukuksuzlukların ardında yargı sisteminin yetersizliği, yanlış örgütlenmesi yatıyor.
Fransa, basit suçlar için küçük mahkemeler kurarak yargının yükünü hafifletmiş. Ayrıca İstinaf Mahkemelerine sadece “Yargıtay’ın yükünü hafifletmek” olarak bakmak, işe şaşı bakmak demek. Zira bu mahkemelerin farkı, bilirkişi ve uzmanlık kurumlarının etkinliğinde. Yoksa davalar “her davaya bakan hâkim”lerle bitmek bilmiyor işte… Bu ülkede, 10 yıl, 20 yıl, 40 yıldır hala sonuçlanmayan davalar var. 
Türkiye’ye reva mı?
İyi pazarlar…

Yolu yok, 10 milyon kişiyi besleyeceksiniz


22 KASIM 2010, Pazartesi 


Geçen Pazar aktardığım rakamlar şunu söylüyordu: Türkiye’de çalışabilir her 3 kişiden sadece 1’i yasal-kayıtlı bir işe sahip. Kalanların yarısı işsiz, yarısı da kayıt dışı çalışıyor.
Peki, şimdi siyasi partilerin çıkıp “herkesi iş güç sahibi yapacağız” demesinin bir anlamı var mı? 


Hayır!

Sayın siyasetçiler, özellikle de muhalefet partileri, lütfen açın gözlerinizi! 
Bu kadar insana, bu sistem içinde, çalışacakları, ter dökecekleri bir iş veremezsiniz.
Bu tamamen hayal. 
Türkiye’de adaletin, demokrasinin ve refahın artması birazcık olsun isteniyorsa, mutlaka devletin en az 10 milyon yoksul, işsiz nüfusu kuzu kuzu beslemesi gerekiyor!
 İktidar bunun farkında ve “makarna, erzak, kömür dağıtımı” vs.’nin arkasında bu gerçeği görmek var. Bunları salt “oy avcılığı” sayıp, fakirlerin bu “sadaka”lardan da mahrum olmasını önermek, artık hele hele sol, sosyal demokrat bir partinin siyaseti olamaz…
Neden mi? 
Bakınız, yoksulluğun insanlara iş vererek önleneceği paradigması, özellikle son 30 yıldır tamamen çökmüştür. 
Avrupa yıllar önce bunu gördüğü için herkesi sosyal güvenlik kapsamına almıştır. Merak etmeyin, bu ülkelerin yönetimleri en az sizin kadar liberal, kapitalisttir. Ama biliyorlar ki, teknolojinin ve bilimin gelişmesi, üretim araçlarının kapasitesindeki olağanüstü artış nedeniyle artık, üretimi artırmak için çalışan sayısını artırmaya gerek yok
Üretim artıyor, ama fabrikalar sürekli çalışan sayısını azaltıyor. 
Kamu-özel herkes, çalışanı azaltma derdinde. TOFAŞ’a, Renault’ya, Bursa’nın büyük sanayi kuruluşlarına bakın; işçi sayısı bu fabrikalarda 20 yıl öncekine göre kabaca üçte ikiye indi. Oysa üretim, ihracat defalarca katlandı.
Gelin rakamlara bakalım:
Nüfus: 71,5 milyon…
Kurban Bayramı yaşadık, insanların cüzdanın boşluğuna bakmadan, sırf komşudan geri kalmamak için kurban kestiği bir ülkede, kesilen koyun-keçi sayısı 2 milyonun altında. Sığır da 400 bin civarında.
“Yeşil Kart” sahibi kişi sayısı: 9,5 milyon.
Ağustos 2010 verilerine göre, herhangi bir sigortası olan “aktif sigortalı” sayısı: 15 milyon 969 bin. Bunların 14 milyon 67 bini işçi, memur vs. zorunlu sigortalı, 401 bini isteğe bağlı, 210 bini çırak, 25 bini yurtdışı topluluk sigortası, 1 milyon 250 bini tarım sigortası, 14 bin 666’sı muhtar.
Toplam emekli sayısı: 8 milyon 706 bin 850. Bunların yüzde 73,4’ü yaşlılık aylığı, yüzde 1,2’si malullük aylığı yüzde 0,1’i vazife malulü,  yüzde 0,7’si göremezlik, yüzde 24,1 ise ölen emekli yakınlarının emekli maaşını alıyor. Kişi olarak bunlar aylık alanların yüzde 31’i.
Çalışan veya emekli olarak her hangi bir düzenli geliri olanların hepsini üst üste koysanız 25 milyonu bulmuyor.
Bunun dışında “primsiz ödemeler” başlığı altında yaşlı ve özürlü maaşı alanlar var. Toplam sayısı 1 milyon 336 bin 522. Bunların 864 bini 65 yaş üzeri yaşlı maaşı alırken 422 bini özürlü aylığı, 46 bini 18 yaş altı özürlü yakını aylığı alıyor.
Etti 26,2 milyon insan.
Peki, bu 71 milyondan geri kalanı ne yapıyor?
Siyasi, bürokratik erk, geniş bir yoksul kitleye yardım elini uzatmak gereğini hissediyor kuşkusuz. Ama bu işin adı, çerçevesi, politikası olmadığı için, “muhtaçlara yardım” da adeta sadaka mantığı ile yapılıyor ve yardımlarda tam bir karambol, çok başlılık, keyfilik yaşanıyor. 
SGK dışında Kızılay, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma (bildiğimiz Fak-Fuk-Fon), Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu, Özürlüler İdaresi, belediyeler, İl Özel İdareleri, vakıf ve dernekler kendi çapında bir şeyler yapmaya çalışıyor.
Yani devletin yoksul kesime dönük maddi bir sosyal politikası yok da, devlet kapısına gelenlere sadaka veriliyor manzarası... Para devletin parası...  
Bu kurumların kimisinde yılda kaç fakir kişi veya aileye, kaç lira yardım ettiklerinin kaydı yok. Suistimal, zimmet dedikodularına girmeyelim. 
Ayrıca, sofrasında ekmeği, üzerinde elbisesi olmayana ilk elin en yakın akrabaları, komşuları tarafından uzatıldığını asla unutmayalım.  “Komşuların verdiği ile geçiniyoruz” sözleri artık televizyon haberlerinde ekrandan izleniyor.
Peki, “açlık-fakirlik sınırı”nı bir tarafa bırakıyoruz. Acaba Türkiye’de her hangi bir işi, iş bulsa çalışacak durumu olmayan, kendine asgari düzeyde bir geçim sağlayamayan, sağlama şansı da  olmayan  insan sayısı kaçtır?
Tahminler 10 milyon civarında.
Şimdi özellikle, muhalefet lideri CHP’ye ve sol, sosyal demokratlara seslenmek istiyorum:
Lütfen artık işsizlik konusunda gerçekçi bir politika belirleyin ve “herkesi iş sahibi yapacağız” laflarını bırakın. 
Elbette bir iktidarın istihdam politikası olacaktır. Hele de Kılıçdaroğlu’nun Keynezyen politikalara yeşil ışık yakması, istihdam öncelikli politikaların acilliğine işaret etmektedir. Ancak bunların, salt kamu kaynaklarına mahkum olacağı ve çok sınırlı kalacağı açıktır.
Artık bu ülkede sosyal devlet, adalet, demokrasi istiyorsanız, öncelikle koyu bir sefillik yaşayan en az 10 milyon insana, devletin düzenli bir gelir ödemesini sağlayın, planlayın.10 milyon vatandaşın barınma, beslenme, eğitim vs. temel zorunlu ihtiyaçlarını çözmek diye bir devlet politikası kaçınılmazdır. 
Kömür, makarna yardımı alanlara, “sizi sadakadan kurtaracağız” demek; sadece, “size daha düzenli maaş vs. vereceğiz” diyebilirseniz, anlamlıdır!
İyi haftalar.

 

Bursa Nutku’ iktidarlara dokunuyor!

7 Subat 2011, Pazartesi 


Türkiye Cumhuriyeti Hükumetinin üst düzey yetkilileri Atatürk’ün “Bursa Nutku”nu inkâr etme derdine düştü. Hükumet sözcüsü, televizyonlardan, kendisinin “Bu işi en iyi bilenlerden birisi” olduğunu söylüyor ve “Atatürk’ün böyle bir nutku yoktur” diyor. Peki şimdi bu çabayı nasıl anlamak gerekiyor?


Olayı kısaca hatırlatalım: 1933’de Bursa’da Cumhuriyet rejimine karşı küçük çapta şeriatçı bir kalkışma olur. Atatürk Bursa’ya gelir ve olay bastırılır. 6 Şubat 1933 gecesi Atatürk, Çelik Palas Oteli’nin yanındaki Atatürk Köşkü’nde (bugünkü müze) kentin ileri gelenleri ile bir toplantı yapar. 14 kişinin oturduğu masada, valiliğin kontrolündeki Bursa Gazetesi’nin temsilcisi gazeteci Rıza Ruşen Yücer de vardır. Toplantının konusu bu isyan girişimdir. Belgelere göre, gazeteci Rıza Ruşen Yücer, bir ara,  “Efendim, Bursa gençliği bu olayı bastırabilirdi, ama…” gibi birşey söyler. Bunun üzerine, Atatürk, lafı söyleyene dönerek, “Yaz, o halde..” diye başlar ve işte “Bursa Nutku” olarak bilinen konuşmayı yapar; söylediklerini de kelimesi kelimesine kağıda yazdırır.   
Bu konuşmanın bir haber olarak ertesi gün gazetede yayınlandığına ilişkin bilgi yok. Rıza Ruşen Yücer, 1947’de İstanbul’da “Atatürk’e Ait Birkaç Fıkra ve Hatıra” adı bile bir kitap bastırır ve bu metni orada yayınlar. 
Toplantıya katılmış olanlardan Avni Altıner ve Kemal Zeki Gençosman, kitapta yazılanların doğruluğuna tanıklık eder. 1958’de,  DP iktidarı Bursa Nutku’nu gözden düşürmek girişimde bulunması üzerine Reşit Ülker, “Atatürk’ün Gizlenen Bursa Nutku” adı ile kitap yazar. Ardından, özellikle 12 Mart Dönemi’nde, yargılanan devrimci gençlerin, duruşmalarda Bursa Nutku’ndan paragraflar okumaları üzerine, İstanbul 2 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi savcısı, Bursa Nutku’nun “İdeolojik amaçla uydurulduğu, Atatürk’ün sözleri olmadığını” ileri sürer.  Konu Türk Tarih Kurumu’na muhtelif tarihlerde sorulur. Kurum, nutkun varlığını onaylayan kararlar açıklar.
Ama anlaşılıyor ki, ne geçmişte, ne de bugün iktidar gücünü kullananlar, Atatürk’ün Bursa Nutku’nu içine sindirebildiler; onu yok saymaya devam ediyorlar.
Atatürk Bursa’da ne demiş: “Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, ‘Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır’ demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir’ diye düşünecek ama hiçbir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, ‘demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek’ Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haklı ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, ‘Ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir’ diyecektir. İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği budur.
Bu sözleri, “anarşiyi kışkırtmak” olarak kabul etmek, hatta hızını alamayıp, açık veya kapalı (bugünlerde facebook aracılığı ile) bu sözler için “Stalin’in nutku” propagandası yapmak; bırakın Atatürk’ün bu sözleri söyleyip söylememesini, en azından kendi insanına, gencine, “Sen adaletsizliğe, cumhuriyet karşıtlığına, her türlü baskıya karşı sesini kes, boyun eğ, köleliği kabullen. Birey ve vatandaş değil, kul ol” demektir.
Oysa gençlik toplumun dinamizmi olarak elbette, yaşadığı haksızlıkları dile getirecek, muhatap alınmıyorsa bağırıp çağıracak, içeri sokulmuyorsa katılanlara yumurta atacak, her tür kötü muameleye bütün imkanları ile direnecektir.  Silik, korkak bir gençlik Atatürk’ün tarif ettiği gençlik olamaz. Atatürk, Bursa Nutku’nda söylediklerini gerçek yaşamında uygulayan birisidir. Zira memleket işgal edildiğinde, “Bana ne, bu ülkenin anlı şanlı padişahı var, hükümeti var, ordusu, polisi var” deyip bir kenara çekilmemiş, tersine başındaki padişahla gemileri yakarak Samsun’a çıkabilmiştir!
Gençlik toplumun en duyarlı kesimidir. Siz onların her talebini geri çevirir,  mücadele etmesini ve direnmesini “anarşi” sayıp, polis gücüyle bastırırsanız, bunun adı diktatörlüktür.  Diktatörlerin acı sonunu da bu ara naklen yayınlarla izliyoruz!
Tam tersine, gençler, çalışanlar, işçiler, memurlar sokaklarda eğitim, iş, ekmek ve hürriyet istiyorsa,  akıllı iktidara düşen, copla, biber gazıyla saldırmak değil; tersine bunu bir fırsata çevirmek; talepleri yerine getirerek iktidarlarını herkesin gözünde daha meşru hale getirmektir.
İktidarların Bursa Nutku’ndan rahatsız olmadığı bir Türkiye dileğiyle,
İyi pazarlar.