25 Nisan 2011 Pazartesi

Sikorsky ve ‘ileri demokrasi’

Türkiye seçime gidiyor.
Liderlerin bizzat hazırladığı vekil listeleri, küskün-kırgın partililer, seçim barajları, barajı delmeye çalışan partilerin “bağımsız” aday cinliği; durumdan vazife çıkarıp onlara hadlerini bildirmeye çalışan, tutmayınca yeni duruma uyum sağlama kabiliyeti gösteren bir seçim kurumu ile sandığa doğru hızla gidiyoruz. 


Sevgili okurum, bu hafta sizlerle bir kaygımı paylaşmak istiyorum.
“Kaygılıyım”, zira, iktidar partisinin, vatandaşa refah ve ileri demokrasi vadettiği bir dönemde, geçtiğimiz hafta, Ankara’da sessiz sedasız milyarlarca dolarlık bir ihale gerçekleştirildi. Ama bu öyle okul, yol, hastane, metro, spor tesisi, elektrik santralı vs. ihalesi değil; savaş helikopteri ihalesi!
Milli Savunma Bakanlığı’nın açtığı “Genel Maksat Helikopteri” ihalesini, Amerikan Sikorsky firması kazandı.
Az buz değil, bir tane, beş tane değil. Tam 3,5 milyar dolarlık (5,3 milyar lira, eski para ile 5,3 katrilyon lira) bir ihale bu. İhale ile 109 savaş helikopteri satın alınacak. 
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, olayı öyle ballandıra ballandıra anlattı ki, sanırsın Amerikalılar helikopterleri bedava verecek… 
Efendim, Sirkorsky helikopterlerinin bakımı onarımı Türkiye’de yapılacakmış, Türkiye’ye özel dizayn edilecekmiş, gövde, motor, aviyonik sistemlerinin, görev yazılımlarının TUSAŞ ana yükleniciliğinde yapılacakmış, hatta ileride bu şekilde üretilecek helikopter sayısı 600’e çıkabilirmiş, Türkiye buradan ihracat geliri de elde edebilirmiş, Amerikalılar 8 milyar dolara kadar bir ihracatınız olur diyorlarmış vs. vs.

Sikorsky helikopterlerine ilk kez sahip olmayacağız. Güneydoğu Anadolu’da yıllardır bütün marifetlerini gösterdi. Türkiye yabancı bir devlet ile savaşta olmadığına göre,  zaten Polise, Özel Kuvvetler’e, Jandarmaya vs. dağıtılacak olan bu helikopterlerin başka kullanım alanı da pratikte olmayacak.
Ülkenin silahlı kuvvetlerinin teçhiz edilmesi, ihtiyaçlarının giderilmesinden elbette hepimiz memnunluk duyarız. Ancak, kişisel olarak, böylesi bir konjonktürde, bu kadar yüksek paraların silahlanmaya ayrılmasından kaygılanıyorum.  
12 Haziran’da seçim var.
Hani yeniden seçilmesinden emin olan hükümet seçim sonrası, demokratik standartları yükseltecek yeni bir Anayasa, ileri demokrasi, parlak yatırımlar vadediyordu?
Başbakan Erdoğan, 2023 için kişi başına 25 bin 76 dolar gelir, 2 trilyon 64 milyar dolarlık GSYİH; 500 milyar dolar ihracat hedefi açıkladı. 
Başbakan, ‘İstanbul dünyadaki ilk 10 finans merkezi arasında yer alacak, İMKB’de işlem gören Türk şirketi sayısı 1000 olacak, yabancı şirket sayısı Türk şirketi sayısından fazla olacak ve en az 10 ülkeyi temsil edecek’, diyor. 
5 yılda 1 milyon işsize iş vadediyor.
Bu hedefleri çok hayalci bulanlar var. Ben, ise “uluslararası konjonktür uygun olursa” başarılabileceğini düşünüyorum.
Ama sadece bu yetmez. Nitekim dünya ekonomisinin en parlak dönemini yaşadığı son 10 yılda, Türkiye ancak bu kadarını yapabildi.
Çözüm, kaynakların kalkınmaya, verimli alanlara aktarılmasıdır.
Ülkenin savaş helikopterlerine değil, eğitime, sağlığa, altyapıya, fabrikalara, kalkınmaya ihtiyacı var.
Yeni ve sivil bir anayasa, ileri demokrasi derken kaynakların savaş malzemelerine ayrılması bir çelişki değil mi?
 “Teröre karşı mücadele” için son 30 yılda harcanan paranın 1 trilyon dolar olduğu tahmin ediliyor.
Bir an için bu paranın ekonomiye, çevreye, insana, kalkınmaya ayrıldığını hayal eder misiniz lütfen?
İleri demokrasi” diyenlerin tercihi de bence bu olmalı.
İyi pazarlar...


24 Nisan 2011
 

19 Nisan 2011 Salı

Ah bir vekil olsam!







 Günlerdir kulaklarımda bir şarkı çınlıyor: 

Şu, ünlü “Damdaki Kemancı” oyununda geçen ve Türkçeye uyarlanıp seslendirilen “If i were a rich man-Ah bir zengin olsam”ın siyasi versiyonu:
“Ah bir vekil olsaaam, size neler neler neler yapardıııım”… 
Tanju Okan’dan değil, vekil adaylarından! 






Oyundaki yoksul ve temiz kalpli adam, yan gelip yatma, zenginlik içinde yüzme düşü kuruyordu... 
Peki "Milletvekili olma" düşü gören iyi niyetli siyasetçiler acaba gerçekte neyin düşünü görür, neyi hayal ederler?
Milletvekili olmanın, vekillere kişisel olarak havalı, rahat bir yaşam, saygınlık sağladığı muhakkak.  
Peki, vekil olunca toplum için, ülke için, biz vatandaşlar, halk için yapmak istediklerinin ne kadarını yapabilecekler?
Hiç kuşku yok ki, siyasete kıyısından köşesinden bulaşmış herkes milletvekili olmayı ister. Birçoğu da inanın, ülkesi için güzel birşeyler yapmanın hayalini kurar!
Ama kazın ayağının hiç de böyle olmadığı, daha başından kendini gösteriyor. Daha şimdiden binlerce insanın hevesi kursağında kaldı. Baksanıza, siyasi partilerde demokrasi; seçmenin, delegenin iradesi falan hikaye... 
Kimin vekil olacağına liderler karar veriyor. Belki liderleri de kontrol eden güçler var, ama biz onu bilmiyoruz. 

Parti merkezleri, bir şeyler yapmak isteyen, düşleri, ilkeleri olanları değil; kendileriyle uyumlu, istediklerini yapacak, sorun çıkarmayacak, “emir erleri” arıyor!
En sık dinlediğimiz yakınma şöyle: “Adam milletvekili olunca tamamen değişti. Bize kör, sağır oldu. Eleştirdiği şeyleri şimdi kendisi yapıyor”.
Size, milletvekili olmak isteyen insanların kurduğu düşler ve TBMM’nin kapısından girdikten sonra yaşadıkları hayal kırıklıklarını çok güzel anlatan bir kitap önereceğim: 
Parlamentodan 9. Koğuşa”. 
Yazarı, TBMM Başkan vekilliği de yapan Mahmut Alınak.
Bence milletvekili adaylarının, aday adaylarının mutlaka okuması gereken bir “el kitabı”, milletvekilliği kılavuzu!
Alınak, kitapta seçim bölgesi Kars’ın ekonomik, toplumsal vs. sorunlarını çözmek hayaliyle gittiği mecliste yaşadıklarını anlatıyor.
“Milletvekili olmalıydım, Kenan Evren cuntasından hesap sorulması için mücadele etmeliydim…”  diye yola çıkan Alınak, mecliste yaşadığı “halkın sorunlarından kopartan konfor”un ardından memleketinde  Kars Valisi tarafından kırmızı halılarla karşılanışını anlatmış.   

Ama, valilikteki bir toplantıda köylerin yol, su elektrik, sağlık ocağı vs. ihtiyaçlarını dile getirmesi ve ısrarla çözüm istemesi üzerine valinin “şeref kapısı”nı kendisine nasıl kapattığını, adını listede kırmızı kalemle çizdiğini, tehdit edilmeye başlandığını anlatıyor. 
Kars ve Şırnak’tan iki dönem milletvekili seçilen Alınak, tabi sorunları fazla olan bir yöreden gitmiş meclise. Belli ki, SHP’den seçilmesine rağmen “Kürtlük” önyargısından da kurtulamamış.

Görüşlerini, girişimlerini doğru/yanlış bulabiliriz.
Ancak çarpıcı olan taraf, idealist, sorunların çözümünü mecliste gören bir insanın önüne çıkan engellerin boyutu. 

Öyle ki, sadece seçim bölgesinde vali, polis, yerel idareciler değil, meclisteki vekiller de adeta bir şeyler yapma ateşinin üzerine sürekli su atmış.
Alınak, ilk senesinde meclis kürsüsünden, şöyle konuşur:
“İşsizlik, pahalılık, yoksulluk, sömürü, baskı ve işkenceler halkın hayat damarlarını kesmiş ve yaşamı çekilmez hale getirmiştir… SHP’nin birinci görevi bu tepkileri örgütlemek ve etkili bir muhalefet yaratmaktır. Halkın yanında olduğumuzu göstermeliyiz. Genel başkanımız Erdal İnönü başta olmak üzere bütün milletvekillerimiz mecliste açlık grevine başlamalıyız...”
Bu sözlere iktidar partisinin tepkisini tahmin edersiniz... 
Ama sadece o değil...
Kendi partisi SHP’den Neccar Türkcan, şöyle takılır: “Mahmut, merak etme, bir süre sonra senin de hızın kesilir, daha yenisin..”.
Abdullah Baştürk (DİSK genel başkanlarından) lafa girer: “Oğlum hele bir bekle, acelen ne? Hem Erdal İnönü bir deri bir kemik. Açlık grevine dayanabilir mi? Ulan deli çocuk üstelik sen nasıl böyle saf olabilirsin? SHP bu çalışmaları yapar mı?”
Heyecanla bölge ve ülke sorunlarını kürsüden dile getiren Alınak, bir süre sonra, “Kime konuştum, neye yaradı” diye kara kara düşünmeye başlar ve şu yargıya varır:
 “İtibarlı milletvekili kürsüye en az çıkan, binde bir önerge veren veya hiç vermeyen milletvekilidir. Çok ciddi devlet adamı havası takınacaksın, çok az konuşacaksın, parti liderinin istediği doğrultuda el kaldıracaksın…”
İlginçtir, Bursa iş dünyasının duayenlerinden, rahmetli Ali Osman Sönmez de milletvekili seçilip Ankara’ya gittikten sonra yaşadığı hayal kırıklığını “Ben de meclisi bir şey sanmıştım...”  diye dile getirmişti.
Ah bir vekil olsam” şarkısını, (bizi düşünerek) söyleyen adaylara duyurulur!



 18 Nisan 2011

8 Nisan 2011 Cuma

Can güvenliğiniz var mı?

Ülkemizde “güvenlik” deyince, akar sular durur!… Demokrasideki eksiliklerin, adaletsizliklerin, hukuksuzlukların gerekçesi çoğu zaman “ülke güvenliği” olmuyor mu? 


Peki “kişi güvenliği”?
Kastettiğim, “büyük büyüklerin” değil, sıradan insanların güvenliği?
Senin, benim, sıradan vatandaşın güvenliği..
Bırakalım “mal güvenliği”ni; “can güvenliği”miz var mı?

Güvenlik deyince akan suların durulduğu, uğruna her türlü faturayı ödemek durumunda kaldığımız, kaynaklarının önemli bir bölümü “güvenlik” adı altında harcanan bir ülkede can güveliğimiz var mı?

Çok basit bir soru
Kendi evinizde canınızı ve malınızı güvende sayabiliyor musunuz?
Cevabı ise çok basit: Hayııır!
Bulgaristan’dan 1989’larda zorunlu nedenlerle Bursa'ya gelen Türklerin en çok şaşırdıkları şeyin “pencere demirleri” olduğunu fark etmiştim.
“Burası (Bursa) nasıl bir yermiş böyle, evler sanki hapishane gibi,  pencereleri demirle kapatılmış. Bizde sadece hapishanelerin kapısı pencereleri demir kafesle kapatılır” gibi bir şey söylemişti birisi.
Gözlerdeki şaşkınlık…

Bursa’da inşaat sektörü, TOKİ ve lüks toplu konut firmalarınca parlıyor.
Hızla konut yapılıyor. Ama benim bu günlerde en çok dikkatimi çeken şey, evlerin kapı ve pencerelerinin dehşetengiz şeklide adeta cezaevine dönmeye başladığı…
Ev sahibi veya kiracı, fark etmiyor; ilk iş pencereleri demir ızgara ile kapatmak.
Sadece zemin veya bir-iki kat değil, 4-5 katlarda da aynı manzarayı görmek mümkün.

Ferforjeyi severdim ve gerçekten “demiri dövme-güçlendirme, şekil verme sanatı” olarak ferforje hem ev hem de işyerlerinde hoş mekanların yaratılmasına katkıda bulunabiliyor.
Ancak ferforje sektörünün bu kadar yaygılaşmasının arkasında, demirden sanatsal mekanlar yaratma kaygısının yattığını düşünmek, çok saf ve naifçe..
Asıl olan insanlardaki can korkusu… 

Perforjeler artık, çeşit çeşit... “Mızraklı”, “süngülü”, "zırhlı”… 
Pencere demirlikleri eskiden saksı koymak falan için yapılırdı. Artık, pencereden hırsız vs. giremesin diye yapılıyor.

Ve “Alarm” piyasası… Türlü türlü…
Kameralı, sesli, polis karakoluna bağlananlar, cep telefonundan uyarı verenler…
Ayrıca  kapılara, pencerelere bağlanan sensörler artık içeridekilerin hayatını da sınırlıyor. 
Farkında olmadan şöyle sabah kalkıp pencereyi açıp serin hava almak için kafanızı dışarı çıkardıysanız vay halinize: 
- Daaatt daaattt… 
Gerildiğinize mi, tüm sokağa rezil olduğunuza mı yanacaksınız?
Herkes evinin soyulmasından kaygılı…
Ya hırsız bizim eve de girerse, ya çocuğuma, bana bir zarar verirse…”
İktidar, muhalefet, ekonomi, dış açık, borsa,  referandum, AB üyeliği… 
Tek parti iktidarı, büyük laflar, böbürlenmeler, rakamlar…
Ama insanlar mahallesinde, sokağında, evinde korku, kaygı içinde.
Can güvenliği”  her insanın vazgeçilmezidir.
Ve en temel haktır.

Devletin birincil görevi insanların can güvenliğini sağlamaktır.

Can güvenliğinin olmadığı yerde işin, paran, mesleğin, hayallerin olsa ne yazar ki?
Sıradan insanların, ortalama vatandaşların, işçinin, memurun, esnafın, orta düzey yönetici, hatta en büyük holdingin patronu olsun… insanların evinde, can güvenliği ile ilgili kaygı duyduğu bir ilke özgür bir ülke olabilir mi?

Demokratik bir ülke olabilir mi?
Başbakan, 12 Eylül referandumunun “Daha ileri demokrasi için” yapıldığına vurgu yapıyor.
Bu halk evinde huzur içinde değilse bu nasıl “daha ileri demokrasi”dir?

İyi haftalar



20 Eylul 2010


 

'Küçük Amerika’



Bursa’da son bir yılda ne değişti diye kendi kendime sorduğumda ilk aklıma gelen şeylerden birisi kentin görüntüsü ile ilgili oldu

Bursa’nın göbeğindeki TOKİ Doğanbey Konutları… 
Herbiri 25 katlı toplam 28 bina. 
Tarihi bir kentin ortasında yükselen, filmlerdeki “Küçük Amerika” hayali gerçek oluyor…
Öncelikle belirtelim ki, Doğanbey projesi, yerel yönetim ve hükümetin işbirliği ve büyük umutlarla, uzun yıllardır hazırlanan bir proje. TOKİ için de kentsel dönüşüm projeleri açısından örnek gösterilmişti. 
İşin bir yanı şu: Bursa’nın çevresinde planlı yapılaşma hızla yaygınlaşırken,  kent merkezi adeta gecekondu havasına girmiş durumda. 
 Hatırlayalım, Fomara-Kent Meydanı arasındaki bölgede bir yangında itfaiye aracının giremeyeceği onlarca sokak vardı.  Şimdi kent merkezinde bu tür onlarca mahalleden birkaçında “kentsel dönüşüm” adı ile modern-planlı konutlar yapılıyor.
Toplam 2 bin 894 konut, binaların dibinde 2 katlı otoparklar, ayrıca 4 katlı işyerleri ile oluşan ticari alanlar…
Binaların görüntüsü, son yılların gözdesi “residence” sektörünü anımsatıyor.  Çok katlı, lüks ve eşyalı daireler,  girişte danışması,“reception”u, bekçileri, hizmetçileri, hızlı ve çok sayıda asansörlü, yer altı otoparkı, yüzme havuzları, çamaşır, ütü vs. işlerin yapılacağı alanlar, alışveriş yerleri vs.  
Tabi Tayakadın’ın dış görüntüsü ile birlikte, semt sakinleri de değişecek; zira artık, evini,  arsasını TOKİ’ye verip de burada daire sahibi olan düşük gelirli sakinlerin yeni konutlarda yaşama şansı pek yok gibi! Evet oturacakları daireleri var,  ama bu tip sitelerde “yönetim aidatları” bu insanların önündeki ilk büyük duvar olacak! 
Nilüfer’deki bir lüks sitede aylık yönetim giderinin, benim emekli aylığımdan yüksek olduğunu duyunca küçük dilimi yutacak olmuştum.
Bursa’nın merkezinde bir “Küçük Amerika” doğuyor…
Bu 1950’lerden sonra hayali kurdurulan “Küçük Amerika”…
New York’un merkezindeki gökdelenlerin Amerikası.
Oysa (gidenlerin anlattığına göre), gerçek Amerika, Amerikalıların yaşadığı evler bu değil…
Orada konutların yüzde 70’den fazlasının bir-iki katlı ve ahşaptan yapıldığını okuyoruz.
Anlaşılan gerçek Amerika ile “Küçük Amerika” farklı…
Görüntüsü de ruhu da farklı…

Bize düşen bu “Küçük Amerika”!

Medyada, TOKİ’nin lüks konut üreticisi Ağaoğlu ile reklam bombardımanı var.
İşin aslı “kazanmak”…
“Tamamen duygusal”…
Adı “kentsel dönüşüm”, bu oyunun!
Sadece Bursa’da değil, başkent dahil her yerde aynı film sahnede…
Kent merkezlerinde bir dönüşümün zorunlu olduğuna kuşku yok. Neredeyse bütün kentlerde, merkezi semtler eski, plansız, düzensiz yapılarla dolu, salaş bir görüntü veriyor.
Kentsel dönüşüm” kaçınılmaz.
Ama çözüm bu kadar çok katlı beton binalar yapmak mıdır?
Ne kadar “lüks” derseniz deyin. Sonuçta beton konutlar yapıyorsunuz ve betonun dayanma ömrü bellidir.
Yıkık dökük, çoğu kaçak yapıları yıktınız yerine gökdelen yaptınız.
Yarın bu betonlar ömrünün tamamlayınca, bu kadar aileyi nereye yerleştireceksiniz? 
Medeniyet bir yerleşme,  kök salma, aidiyet işidir. “Küçük Amerika” dediğimiz, her nesilde yeri yurdu değişen, kimliksiz bir toplum mu olacak?
İyi haftalar…



4 Ekim 2010

Turp gibiyiz, maşallah!


Sevgili okurlar, nasılsınız? Ben mi? Aslında benim pek keyfim yok bu ara. Keyfimi kaçıran şey, son bir aydır zaman zaman uğrayan safra taşı ağrısı. Birkaç gündür buna bir de grip eklendi, dökülüyorum... Peki, memleketin hali nasıl? 


*  İMKB 100, gelip 70 bine dayandı. Borsamız rekor dinlemiyor. Faiz oranlarının yerlerde süründüğü bir ortamda parası olanlar için borsadan başka kazanma yeri de olmadığına göre, bu balon şişmeye bir süre daha devam edecek gibi görünüyor.
·         Dolar 1,4 liraya geriledi. Anlaşılan dolar düşüşünü sürdürecek… İhracatçılar hesabını buna göre yapmalı, derim. Bence Amerikalılar sonunda uyandı. Döviz savaşında zafer artık parayı ucuzlatmak anlamına geliyor… Amerika, dolar ucuzladıkça daha çok satıyor, kazanıyor; son aylarda bunun tadına vardı. Yüzde 2 büyüme az bir şey değil.  Çin vs. ile süren “döviz savaşı”nın da altında bu var. Ama unutmayalım artık bu bir“savaş” ve dengeler değişebilir.  Yuan, Dolar, Euro… Bakalım düşmeyi en çok hangisi başaracak!
·          Cari açık hızla büyüyor… “Açık” falan diye aklınıza kötü bir şey gelmesin. Türkiye’de öyle bir ekonomi yaratmışız ki, cari açık, dış ticaret açığı falan büyüdüğünde her şey yolunda demektir! 
Açığın ne kadar büyürse, o kadar iyidir! 
Çünkü büyümen ithalata dayalıdır. Öyle ki, iş artık döndüremeyecek noktaya gelirse o zaman ameliyata alınırsın, IMF’den birisi buraya gelir operasyonun başına geçer. Ama içinizi ferah tutun şimdilik öyle bir belirti yok. Baksana, açık diyoruz, ortalık dolar kaynıyor. Bakın, dolar için öyle ihracat yapman falan gerekmiyor artık. Yıllık yüzde 1-2 faizi mumla arayan Coni’ye yüzde 7-9 faiz verirsen kasaların tepe tepe dövizle dolar.  Ne güzel, Merkez Bankası’nda döviz rezervi 100 milyar dolara gidiyor. Daha n’olsun… Bakın kredi muslukları yine açıldı, faizler çok cazip!…
·          UİB’nin 9 aylık ihracatında artış yüzde 11.  Türk otomotiv pazarı da yüzde 11 büyümüş bu dönemde. Ancak iç pazarda durumun ithal araçlar lehine olduğunu unutmamak lazım. Eylül’de Pazar toplam olarak yüzde 21 daralmış mı? Ya o kadar kusur kadı kızında da olur! Dünyada kriz var.
·          12 Eylül oylamasında “evet” çıkması “siyasi istikrar”ın süreceğini gösteriyor… Zaten muhalefetten de ekonomide farklı bir çözüm, politika vs beklenmiyor. Böyle bir dertleri yok.  Bizde mübarek, muhalefet de IMF gibi… Dikkat ediyor musunuz? Siyasi partiler, ortaya koydukları program, hedef, projeler, kadroları vs. nedeniyle seçilip iktidar olmuyor! Mevcut hükümet çuvallayıp, hoşnutsuzluk had safhaya ulaşınca, vatandaşın önüne “iktidardan kurtulma” figürü olarak çıkıyor… Vatandaş, iktidarı “hadi madem bir de bunları deneyelim” düşüncesiyle seçmiyor mu? 
Şimdi, diyelim ki, CHP’ye de düşen her şeyin kötüye gitmesi ve çıkmaza girmesini beklemek. Öyle değil mi? Öyleyse henüz zamanı gelmedi. Hatta Haziran’da da gelmeyebilir!
Eee daha ne olsun? Memleketin hali, demek ki “turp gibi”, maşallah!…
Bakın Fransa’da çalışanlar küresel ekonomik krizin yarattığı faturayı tek başına ödemek istemiyor. Sarkozy hükümetinin emeklilik yaşını yükseltmeye dönük yasa tasarısı üzerine milyonlar sokağa indi.  Sadece çalışanlar değil, liseli gençler de polisle sokaklarda kovalamaca oynuyor. Le Monde gazetesinin attığı manşete bir bakın: “Yeni 68 Mayıs’ı”! Ülkenin bütün petrol rafinerileri grevde. Çıkış kolay değil. Zira, devletin vergi gelirleri azalıyor, işler kesat.  
Fatura kime çıkacak? Tabi ki çalışanlara! Bundan kolay cevap mı olur!
Ama anlaşılan, bu işi kotarmak da bizdeki kadar kolay değil (hatırlayın, bizde hükümet emeklilik yaşını pat diye 60’a çıkarabilmişti. Tepkiler, ufak tefek bibergazı ve coplarla halledilmişti) 
Bir not: Son dönemin gözdesi, “lüks apartman” (pardon, kentsel dönüşüm) her yerde kazandırıyor. TOKİ başkanı, Ankara’da milletvekili lojmanlarının yıkılıp yerine Parkoran Evleri için “En iyi para kazandığımız proje” demiş. Bin 832 konut. Fiyatlar 260 bin ila 1,4 milyon lira arasında değişiyor. Büyükşehir Belediyesi şimdi Güneypark diye bir proje başlattı. 185 hektar alanda 2 bin 300 konut. İhaleyi kazanan firma, Bursa’dan tanıdık bir isim Sinpaş Grubu oldu. Bol kazançlar…
İyi haftalar

18 Ekim 2010

Şiddet, biber gazı fakirleştiriyor!


Gündemde yine şiddet var. Televizyon ekranlarda kalabalığın üzerine biber gazı, cop, tekme-tokat, Allah ne verdiyse, kendinden geçmişçesine saldıran polisler görünüyor. Hani önlerine kattıkları öğrenci değil, “angus” sürüsü bile olsa, yazık, insanın içi sızlıyor… 

TV programlarında gecenin bir saatine kadar haklı-haksız tartışmaları sürüyor. 
Yine her zamanki gibi, iktidardakiler ve onları destekleyenler öğrencileri suçluyor; “onlar öğrenci değil militan”, “öğrenci dediğin oturur, kuzu kuzu dersine çalışır, hükümeti eleştirmek, kafa tutmak, bağıra çağıra hak talep etmek de ne oluyor. Oh oldu!” demeye getiriyorlar. 
Muhalefet ise polisin uygulaması nedeniyle hükümete yükleniyor.
İşin iktidar-muhalefet polemiği boyutu tamamen boş. Zira biliyoruz ki, iktidar partisi değişse de, bu manzaralar bizde değişmiyor. İktidara gelenler, muhalefette yaşadıklarını unutuyor, sonuçta devletin vatandaşa karşı tutumu da pek fazla değişmiyor.
Benim sorum şu:
Acaba daha fazla asker, daha fazla polis, silah, top tüfek, cop, biber gazı, çocuk düşürten tekme, kol kırıp bilek çıkartan kelepçeleme, kalkanlar, robocoplar, tek dokunuşta şu kadar mermi atan otomatik silahlar, şu kadar kişiye falanca şiddette su sıkıp perişan eden panzerlerle vs. Türkiye’nin kalkınmasına hizmet ediyor mu?
Bunlarla yaşam standartlarımız mı yükseliyor, milli gelirimiz mi artıyor?
Gelin birkaç ülkenin nüfusu ve asker-silahlı güç varlığı ile ilgili rakamlara bakalım: 
Almanya (82 milyon): 412.400 (Aktif 250, paramiliter 17 bin) 
Çin (1.350 milyon): 3.455.000 (aktif 2.285, paramiliter 510.000)
Fransa (60 milyon): 469.461 (aktif 352.711, paramiliter 46.390)
İran (70 milyon): 2.833.000 (aktif 523, paramiliter 1.510)
Türkiye(71 milyon): 1.041.500 (aktif 510.600, paramiliter 102.200)
Yunanistan (11 milyon): 398.100 (aktif 156.600, paramiliter 297.500)
(Yararlanılan kaynak: http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_countries_by_number_of_troops)
Bakınız, rakamlar ortada, söylenecek laf kalmıyor. 
Ülkelerin zenginliği, refahı ve demokratikliği ile asker varlığı arasında resmen ters bir ilişki var.
Hep sorulur, “2. Dünya Savaşı’nda yerle bir olan Almanya ve Japonya nasıl oldu da ekonomide dünya devi oldular” diye. Rakamlar aslında bunu açıklıyor. Japonya’da daha 30 sene öncesine kadar ordu yoktu. Hiroşima felaketiyle “güçlü ordu” fikri yerle bir olan Japonlar, orduyu tamamen dağıtmış, bütün imkânlarını kalkınmaya aktarmıştı ve Japon mucizesinin sırrı aslında buydu.
Almanya, Avrupa’nın patronu olmayı kaynaklarını silaha, askere aktarmamakla elde etti. Almanya’nın nüfusu Türkiye’den fazla, ama silahlı gücü yarımız kadar bile değil. Bizdeki 100 bin jandarma, yaklaşık 200 bin polis Almanya’nın toplam silahlı kuvvetlerine yakın. Ama onların kişi başına milli geliri 46 bin dolar!
Fransa, AB’nin oluşmasında daha etkin bir güçtü, 2. Dünya Savaşı’ndan daha az hasarlı çıkmıştı, ama savunmaya daha çok kaynak ayırması, ekonomik olarak Almanya’nın çok gerisine düşmesine yol açtı. Bugün bunun politik sonuçlarını da görüyoruz.
İsveç, Norveç’i uç örnekler diye listeye bile almadım, zira orada asker sembolik kalmış, ama refahta zirve onların.
Çin de aynı yolda… Dünya ekonomisi krizdeyken Çin yıllık yüzde 10’luk kalkınma hızına devam ediyor. 1,3 milyar nüfuslu bir ülke için 3-4 milyon asker çok küçük bir rakam. 
Yunanistan, NATO ve AB’de nüfus ve gelirine göre silahlanmaya en fazla para ayıran ülkelerden birisi. Ama şu anda resmen iflas etmiş olduğunu hatırlatmak yeterli sanırım. Zira bu ülkede üretim, sanayi adına kayda değer bir şey yok. Almanya’dan akan AB çeşmesi ile ancak bu kadar olabildi.
Peki bugün, silahlı kuvvetlerimiz daha çok, daha güçlü diye kendimizi çok güvende hissedebiliyor muyuz?
Kocaman bir hayır!… Bırakın ülke güvenliğini, tek tek sıradan vatandaş can-mal endişesinden kurtulamıyor. Evlerimiz çelik kapılı, bahçe duvarlarımız, hatta pencerelerimiz, balkonlarımız demir kafesli, alarmlı… Demek ki güvende değiliz, korkuyoruz.
Demek ki, silahla, copla, tekmeyle, biber gazıyla, değil soframızdaki ekmeğin büyümesi; can güvenliğimizi bile sağlayamıyoruz.
İyi pazarlar…

 

13 ARALIK 2010

Kalkınma yol ve sudan mı ibaret?


“Türkiye’de olmasını istediğiniz en önemli iki şey nedir” diye sorulsa, ne dersiniz?
 2001’de “Adalet ve Kalkınma Partisi” adı ile bir parti kurulduğunu duyduğumda ilk tepkim, “Harika, memleketin en çok ihtiyacı olan iki şey partinin adı olmuş” demek oldu ve o dönem çalıştığım gazetede bunu yazmıştım. 



Bu partinin başarılı olması, adalet ve kalkınma, refah, zenginlik demekti…

Adaletli ve kalkınmış bir Türkiye hayal etmiştim.
Tabi, ilk tahminim doğru çıktı ve bu parti 8 yıldır iktidarda.
Ama adalet ve kalkınma benim için güzel bir düş olmaya devam ediyor.

Bugün dikkatinizi,  adalet ve kalkınmadan nasibini en az alan “kırsal”a çekmek istiyorum.
Evet çarpık, fasoncu, büyük ölçüde dışarıya bağımlı da olsa sanayi ve ticaret gelişiyor. Üretim, ihracat rakamları vs. artıyor. Ancak bunların batıda, kent merkezi ya da çevrelerinde yoğunlaşması dikkat çekiyor. 
Dolayısıyla aslında hem kamunun, hem de özel sektörün ekonomi, sanayi, ticaret adına hiçbir adımında köyler, kırsal kesim yok.
Öyle ki, devletin “kırsal kalkınma” diye somut, işe yarar bir planı, hedefinin olmadığını bile iddia edebiliriz.
Bakınız, köylere yönelik olarak hizmet veren yegâne kamu durumu YSE Genel Müdürlüğü idi eskiden. O da sadece yol yapardı. Son yıllarda YSE dağıtıldı ve KÖYDES kuruldu. 
Fiilen kırsal kesime hizmet götüren tek kurum sayılan KÖYDES sadece su ve yolla ilgileniyor.
KÖYDES verilerine göre, 2005-2009 arasında yapılan işlerin toplam tutarı 5 milyar 725 milyon lira.
Bunun 4 milyar liralık büyük kısmı 2006 ve 2007 yıllarında gerçekleştirildi. Bursa’nın son 5 yılda buradan aldığı pay toplam 50,4 milyon lira.
Peki bu parayla neler yapılmış?
Türkiye genelinde, 5,2 milyar lirayla 71 bin kilometre  asfalt, 57,2 kilometre stabilize,  8 bin kilometre ham ve tesviye yol, 3,9 milyon metrekare parke, 860 metreküp taş duvar, 870 köprü, 26 bin 322 menfez yapılmış. 2009 yılı itibariyle köy yollarında durum şöyle:  37 bin kilometre ham ve toprak tesviye, 129 bin 118 kilometresi asfalt olmak üzere toplam 288 bin kilometre yolu.
Yani yolların yüzde 45’e yakını asfalt.  Ama hala bir çok köyde yollar toprak.
Gelelim suya.
Hiç suyu olmayan 3 bin 457,  suyu yetersiz 28 bin 505 köye su getirilmiş.
Toplam 74 bin 364 köy ve mahallenin 64 bin 286’sında yeterli, 8 bin 232’sinde yetersiz içme suyu var. Susuz köy ve mahalle sayısı ise bin 846. Yani köylerin yüzde 3’ü susuz.
KÖYDES Bursa’da 176 içme suyu projesinden 175’i tamamlanmış. 708 kilometre yolun da 688 kilometresi bitmiş.
Görüyorsunuz, memleketimizde hala suyu ve yolu olmayan yüzlerce yerleşim birimi var.
Bunlar tamamlandığında “kalkınma”nın sadece yol ve su düzeyini yakalamış olacağız!
’80 öncesi’nde, kayalara “Yol, su elektrik istiyoruz” diye yazdığımız günler geldi aklıma.
Ve söylemeye dilim varmıyor ama, “kırsal kalkınma” lafları tam bir laf salatası.
Mesela köylerle en çok ilgili bilinen Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın hazırladığı “Kırsal Kalkınma Planı 2010-13” başlıklı tasarıyı okuyorum.
AB, bugünlerde 2013-20 dönemini kapsayan bir tarım politikasını biçimlendiriyor ve birlik tamamen  “organik” tarıma yönelmeyi  planlıyor.  Oysa bizde tarım, AB’nin mevcut standartlarından çok uzak.
Mesela en temel sorunlar olan arazilerin toplulaştırılması, mülkiyet ve miras yasası, sulama, mera ıslahı, tohumculuk vs. sorunların adı bile bu taslakta geçmiyor. Hangi toprakta ne ekeceği konusunda bile bilimsel bilgiden uzak olan köylünün kaderinde pek bir değişiklik olmayacak gibi.
AB’ye uyumdan anlaşılan ise sadece birtakım projelerle AB’den para koparma uyanıklığı etrafında dönüyor.

İyi pazarlar




27 ARALIK 2010, Pazartesi

Sorun para değil, tercih ve irade!


Türkiye’nin 2011 yılı merkezi yönetim (devlet) bütçesi geçtiğimiz Aralık ayında kesinleşti. Bu yıl devlet yaklaşık 232 milyar lirası vergi olmak üzere toplam 297 milyar lira gelir elde edecek. 


Harcamayı planladığı para ise 312 milyar lira. Her yılki gibi bu yıl da bütçe baştan açık...

Siyasal iktidarların bütün marifeti, öncelikle devletin bütçesini, ülkenin kalkınması, toplumun refahı için kullanmaktır.  
Adalette, kalkınmada bir yol alınmıyor; işsizlik, yoksulluk ve yolsuzlukların önüne geçilemiyorsa, inanın bütçe doğru kullanılmıyordur, mutlaka bir terslik vardır.
Hükümetlerin elindeki en etkin politika aracı bütçedir.  Devletin parasını ne için harcıyorsa, hükümetin  tercihi, önceliği de odur.  
Bu yıl bütçeden en fazla para harcayacak kurumlar şunlar:
Maliye Bakanlığı71,7 milyar.
Hazine Müsteşarlığı: 69,9 milyar.
Milli Eğitim Bakanlığı: 33,9 milyar.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı:  33,9 milyar.
Milli Savunma Bakanlığı: 17,7 milyar.
Sağlık Bakanlığı: 15,5 milyar.
Emniyet Genel Müdürlüğü: 9,5 milyar.
Tarım Bakanlığı: 8,6 milyar.
DSİ: 8,2 milyar.
Karayolları: 5,8.
Jandarma4,4 milyar.
Adalet Bakanlığı: 4 milyar.
Diyanet İşleri Başkanlığı: 2,9 milyar.
Başbakanlık: 2,6 milyar.
İçişleri Bakanlığı: 2,8 milyar.
Bakınız, ücretliye, emekliye, öğrenciye “para yok, para yok” diyen hükümet, toplam harcamalar yüzde 9 artarken, Başbakanlık bütçesini yüzde 30 artırabiliyor...
Ama dikkatinizi çekmek istediğim asıl konu, hükümetlerin bütçeyi kullanma konusunda radikal çıkışlar yapmasının zorunlu hale geldiği.  Kanımca Türkiye’nin sorunları, her yıl aynı önceliklerle bütçe çıkarmakla asla çözülmeyecek. Öncelikleri kalkınmaya, eğitime, sağlığa, yoksulluğu önlemeye kaydırmak artık bir zorunluluk.
Örneğin, asker-polis, topladığınızda bütçenin yaklaşık  35 milyar lirasını götürüyor.  Almanya’nın silahlı kuvvetlere harcadığı para toplam harcamaların yüzde 3’üne bile ulaşmıyor.  
Şimdi biz Almanlardan daha mı “güvenli”yiz? Hem “askeri vesayeti kaldırma”dan söz edeceksiniz, hem de onu sürekli güçlendireceksiniz…  
Tercihimizi adaleti sağlama, demokrasi ve özgürlükler  yönünde mi yapacağız, yoksa onu isteyenlere karşı daha çok biber gazı ve coptan, tekmeden yana mı? 

 “İleri demokrasi”nin yolu mutlaka ikincisinden geçer!

Laik” bir ülkede, devletin “din hizmetleri”ne; hem de farkı inanç gruplarının tepkisine rağmen, birçok bakanlıktan daha fazla para harcayıp, 100 binden fazla insana maaş vermesini ne zaman masaya yatıracağız?
Daha Hazine ve Maliye Bakanlığı bütçesinde görünüp, değişik adlar altında faiz vs. rantiyeye ödenen 50 milyar liraya yakın paraya dokunmadık bile…
“Açlık, yoksulluk” diyoruz… Benim formülüm şu: Devlet, herhangi bir geliri, işi olmayan,  yaklaşık 10 milyon kişiye bakarsa açlık sorunu kalmaz. Bu da dörder kişiden hesaplarsak 2 milyon 500 bin aile demektir. Her aileye ayda 500 lira verseniz bunun yıllık maliyeti toplam 15 milyar lira yapıyor. 
Demek ki 312 milyar bütçenin yüzde 5’iyle açlığı yenebilirsiniz
Yeter ki radikal yaklaşım ve de güçlü bir irade olsun!

İyi pazarlar


10 Ocak 201