“Amaç” olan şey ile “araç” olanı karıştırıyoruz.Veya biraz da kuşkucu davranarak, bu iki şey arasındaki farkı ustaca manipüle ederek kamuoyunu, halkı kandırıyoruz, diye düşünüyorum.Bakınız, son yıllarda halk bazı temel ekonomi kavramlarını anlama şoku yaşıyor. İnsanlar enflasyonun düştüğüne bir türlü inanmıyor. Hayatı çekilmez hale getiren şu enflasyon canavarı değil miydi? Hadi düştü işte, neden yüzler gülmüyor? Niye hâlâ insanlar yarınından kaygılı, fakirleşiyor? Faizler düşmesine rağmen kimse iş, yatırım yapmaya cesaret edemiyor. Herkes esnaf ve küçük sanayi kesiminin kurtuluşunu, düşük faizli kredilere bağlamıyor muydu? Faizler yüzde 70-100’lerden yüzde 25’e düştü. Hadi buyrun! Ama tık yok. Yerlerde sürünürken ilgi çekmeyen borsa hisseleri, son bir yılda en çok primi kazandıran yatırım aracı olmasına rağmen hâlâ çekici değil. Çünkü borsada kazıklanma korkusu içlere sinmiş. İhracat, bütün olumsuz dış şartlara rağmen rekorlar kırıyor. İhracat artıyorsa, döviz kazanıyorsun, dış ticarette kârlısın demekti. Ama ülkenin dış ticaret açığı artıyor, döviz kaybı had safhada. Esas bayramı ihracatçı değil, ithalatçı yapıyor. Krizler yaratan, hükümetler götüren dış ticaret açıkları büyüyor. Ticaretten zarar eden Türkiye’nin iç ve dış borçları tam 216 milyar dolara ulaşmış. Gazetecilerin, ekonomi ile ilgilenen herkesin bu çelişkilere dikkat etmesi gerektiğini düşünüyorum. Kim ne derse desin, bu süreç Türkiye’yi doğru yere götürmüyor. Çözümü çok daha zor sorunlar yaratıyor. Örneğin, enflasyonu düşürmenin amacı neydi: Pahalılığı önlemek, halkın daha çok tüketmesini sağlamak, bolluk ve büyüme yaratmak, gelir dağılımını düzeltmek, yoksulluğu ve haksız kazancı ortadan kaldırmak. Enflasyon düştü, ama bu “amaç”ların hiç birisi yerine gelmedi! Halkın hissettiği çelişki işte bu. Bunun için insanlar enflasyonun düştüğüne inanmıyor. “Ne” yaptığınız kadar, “nasıl” yaptığınız da önemli. Şimdi vatandaşın alım gücünü kısarak, cebindeki parayı aşırarak, düşürdüğünüz enflasyonla nasıl övüneceksiniz? Alım gücü düştükçe şirketler fiyat kırmak durumunda kalıyor. Bazı sektörlerde üretici firmaların kâr hadleri üretimin devamını tartışılır hale getirdi. İşsizlik yaygınlaşıyor. Ama servis, gayrimenkul ve kira gibi alanlarda, fırsat buldukça zam yapılıyor. Artık Bursa’da gençler, bir arkadaşı ile bir yere oturduğunda bir fincan neskafeyi 3 milyon liradan içmeye başladı. Geçen sene 2 milyon liranın altındaydı. Ev kiraları asgari ücreti yakaladı. Müşteriyi gören etiketle oynamaya, zam yapmaya başlıyor... Hükümet otomotiv ihracatında kaydedilen artışlarla övünüyor. İyi güzel de, bakınız otomotiv öyle bir hale geldi ki, artık sektör döviz kazanmıyor, döviz yiyor. Geçtiğimiz Aralık ayında otomotivde ihracat 515 milyon dolar, ithalat 1 milyar dolar! Yani otomotiv getirdiği dövizin iki katını götürüyor. Şimdi bununla nasıl ve nereye kadar övüneceğiz: Ve de nerden gelecek bu değirmenin suyu? Böyle ihracat düşman başına demezler mi? Türkiye’nin böyle bir ihracatı yürütmesi için her halde Arap ülkeleri gibi petrol zengini olması lâzım. Dış ticaret açısından en son duyduğum tek olumlu haber şu: Yerli muz üretimi müthiş artış gösteriyormuş, ithalleri ile hem fiyat hem de kalite bakımından rekabet edebiliyormuş. Helal olsun şu Antalya’nın muzcularına, Özal ile gelen Amerika’nın muz lobisine teslim olmamışlar. Geçtiğimiz hafta bankaların kârlılıkları açıklandı. Bankacılık sistemi 2003’de kâr patlaması yaşamış. Bir yılda bankaların brüt kârı 2,5 milyar dolardan 5.8 milyar dolara, ner kârları da 1,8 trilyon liradan 4,1 milyar dolarak çıkmış. Tam 5 katrilyon 687 trilyon liralık net kâr… Dolar bazında yıllık yüzde 129 net kâr. Teorik olarak, bankacılık sisteminin iyi çalışması ve kâr etmesi ekonomide sağlık işaretidir. Banka çok kazanıyorsa, herkese bol kredi veriyor, üretim ve hizmet sektörü tıkır tıkır çalışıyor, yüzler gülüyor, diye düşünmek gerekir. Peki öyle mi Allah aşkına?
|
3 Nisan 2011 Pazar
Araca değil amaca bak
Etiketler:
Ekonomi,
Gazeteci,
Gazetecilik,
Haber,
Köşe Yazısı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder